Bu yıl İKSV festivalleri çalışma düzenimi, başka kültür-sanat etkinliklerine katılma planlarımı, hatta “Bir kırıklığım var, evde mi otursam?” kararsızlıklarımı altüst etti. Film Festivali (35. yılını kutladı) zaten başımızın tâcı, ama hemen ardından gelen 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde de çok iyi oyunlar gördüm. Onun hemen ardından 44. İstanbul Müzik Festivali geldi, Haziran ayını esir aldı, cuma günü de sona erdi.

Ben o cuma günü gelecek diye iki aydır korkudan mide sancıları geçiriyordum, çünkü festival direktörü Yeşim Gürer Oymak’a uyup kapanış konserinden önce fuaye konuşması yapmayı kabul etmiştim. Eh, kendi düşen ağlamaz. Gerçi haddimi bilirim ama “hayır” demeyi bilmiyorum. Neyse ki küçük toplantımız bayağı kalabalıktı, sonunda herkes de memnun görünüyordu. Yalnız bir hanım, “Filmi gene araya soktunuz,” dedi. Aksi, eşyanın tabiatına aykırı olurdu herhalde. Zaten, festivalde 400’üncü yılına selam gönderilen Shakespeare’in naçiz bir temsilcisiydim, bence. Çaykovski’nin “Fırtına”sı münasebetiyle kaşla göz arası Paul Mazursky’nin uyarlamasından söz ettim ama Helen Mirren’in Prospera olduğu filmden nasıl söz etmedim, hayret!

Oymak’ın Köşe Bucak söyleşisinde de belirttiği gibi, 44. İstanbul Müzik Festivali çok iyi piyanistleri bir araya getiren bir festivaldi. Daha ilk cumartesiden, Maria João Pires’i dinledik, örneğin. Gerçi onunla birlikte bir viyolonsel üstadı, Antonio Meneses de çalıyordu ama ufacık tefecik Pires Süreyya Operası’nı dolduran müzikseverleri teslim aldı. Umarım kısa zamanda gene festivalin konuğu olur.

Murray Perahia ve Alexei Volodin’e gidemedim ama (hayatta çeviri diye tuhaf bir faaliyet var) malum kapanış konserinde, Venedik Senfoni Orkestrası ile, Robert Trevino şefliğinde çalan Alice Sarah Ott’u şükür ki kaçırmadım. Harikuladeydi, aşkla çalıyordu, bizi oyununa dahil ediyor gibiydi. Yirmi yedi yaşındaki piyanist, her konserini aynı hayranlık halesiyle tamamlıyor olsa gerek. Bu arada, herhalde ömrümde ilk defa bir uvertür üzerinden bir oyunu adım adım okumuş, karakterleri de saptamışımdır. Demek ev ödevi yapmanın faydaları da var.

Piyanistler dışında olağanüstü bir performansı da, soprano Patricia Petibon sundu. Emsalsiz bir sesi var, o da Ott gibi pek oyuncu. Belki de doğru tanım, “sahnesi çok iyi” oluyordur, bilmiyorum. Hepimizi dahil ettiği, ama ön sıradakilerin iltimaslı çocuklar olduğu bir oyun oynadık. Rivayet odur ki, küçük kırmızı kalbi İlber Hoca’ya atmış. Attıklarını geri istedi, tehditkâr parmaklar salladı, bize imkânsız gibi gelen sesler çıkarttı. Venedik Barok Orkestrası da ayakta, bir köy meydanı kutlaması rahatlığı içinde çalarak (kemanlar solisti sarmıştı) geceye samimiyet kattı. Gerçekten müthişti.

Ne var ki hepsi bir yana, İdil Biret bir yana. Farklı, çünkü gerçekten dünya çapında bir müzisyen, bir dâhi. Muazzam bir repertuvarı var, çalışmayı da sürdürüyor. Ayrıca o benim çocukluk arkadaşım sayılır. Biz küçük Doğan Kardeş okurlarıyken, o da güler yüzü, piyanoya oturunca yere anca erişen ayakları, çok kıskandığım siyah lüleleriyle bizim İdil Biret kardeşimizdi. O dönemin Harika Çocuklar’ı hep öyleydi: Suna Kan kardeş, Ayla Erduran kardeş, Verda Erman kardeş, Ayşegül Sarıca kardeş vb. İdil hanımla Köşe Bucak için konuşurken bir kardeşlik tazelemesi yaptık. Kedileri çok seven biri olarak, o güzel kırık ‘r’leriyle hemen Kara Kedi Çetesi’ni andı: “Kara Kedi, Sarman, Pamuk...” Çizerleri Selma Emiroğlu’nu da andık. Programımı da Doğan Kardeş kardeşliğinden İdil Biret diye imzalayarak içimi ısıttı. Üç konserlik maratonun son konserine, Aya İrini’ye yetişmiştik. Üç konseri az buluyordu, on tane de olabilirmiş.

Kaçırdığım birkaç konserde fena halde aklım kaldı. Ama en çok Müzik Rotası’na katılmak isterdim. Gidiyordum da, sabah erkenden kendimi sınayıp İstiklâl Caddesi’nde kiliseden kiliseye koşup altı saatlik bir maratonu bitiremeyeceğimi anlayana kadar. Dedim ya, son tahlilde haddimi biliyorum. Rota’da aklım kaldı, o başka.

Heyecanlı bir yıldı ama bitmedi ki! Bizi 23. İstanbul Caz Festivali bekliyor.