Sol ideolojinin siyasal iktidarların korkulu rüyası olduğu Türkiye’de Lenin heykelinin kasaba meydanına hangi amaçla olursa olsun dikilmesi mümkün olamaz.

“Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir": Sen, Ben, Lenin*

Emine Uçar İlbuğa

Ve Jülyet (2011), Artı Değer (2012), Bir Kelime (2013), Vitrin (2014), Söz Uçar (2017) adlı kısa filmlerinden tanıdığımız Tufan Taştan, senaryosunu yazar Barış Bıçakçı ile birlikte yazdığı ilk uzun filmi Sen, Ben Lenin’i 2020 yılında çekti. 43. Moskova Film Festivali’nde dünya, 40. İstanbul Film Festivali’nde (2021) Türkiye prömiyeri gerçekleştirilen film, İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel, 28. Adana Altın Koza Film Festivali’nde İzleyici ve 33. Ankara Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödüllerinin sahibi oldu.

Kasım 2021 yılında sinemalarda gösterime giren Sen, Ben, Lenin hem katıldığı festivallerde hem de sinemada izleyicilerin büyük ilgisini çekti. Film bugünlerde dijital ortamda izleyici ile buluşmaya devam ediyor. Sen, Ben, Lenin filmi hem çekim tekniği, ışığı, kurgusu hem de hikâyeyi ele alış biçimiyle oldukça başarılı bir kara mizah-politik film örneği. Filmin hikâyesi 1990’lı yıllarda Düzce/Akçakoca kıyılarına vuran Lenin heykeli ve sonrasında gelişen olaylar üzerinden ilerliyor. Akçakoca Belediyesi turizmi canlandırabilir düşüncesi ile heykelin kasaba meydanına dikilmesi yönünde girişimlerde bulunur, ancak bu girişim her seferinde hüsranla sonuçlanır ve sonunda Lenin heykeli belediyenin deposunda kendi kaderine terk edilir. Çünkü sol ideolojinin siyasal iktidarların korkulu rüyası olduğu ve kutuplaşmış siyasetin başat olduğu Türkiye’de Lenin heykelinin kasaba meydanına hangi amaçla olursa olsun dikilmesi mümkün olamaz.

Bir kapitalizm eleştirisi

Bunun yanında 1990’lar eski sosyalist ülkelerde olduğu gibi tüm dünyada köklü politik, ekonomik dönüşümlerin yaşandığı yıllardır. Neoliberal politikalarla iş piyasasından, eğitime birçok alanda yeniden şekillenen dünya düzeni, uluslararası sermayenin yeni açılan pazarlara hücum ettiği, o döneme değin kabul edilen çoğu doğruların sorgulandığı, Soğuk Savaş’ın biçim değiştirdiği bir dönemdir. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Karadeniz’den sürüklenerek Akçakoca kıyısına vuran Lenin heykeli inançlı bir solcu babanın oğlu olarak yetişen ama onun ideallerinden uzak, her dönemin adamı belediye başkanı Deniz’den, kasabanın vurucu timi dernek başkanı ve üyelerine, babası Ahmet gözaltında kaybolduktan sonra annesi Gül Hanım’la birlikte yaşayan ve kasabanın bilinen sol görüşlü fotoğrafçısı Fikret’e, kasabaya yeni gelen idealist öğretmen İdil’den heykeli bulan balıkçı Aziz ve karısı İffet’e, otel sahiplerinden annesi Meryem ile yaşayan 10 yaşlarındaki uyurgezer Ümit’e kadar herkesin yaşamına etki eder. Değişen dünya her şeyi alınıp-satılan bir metaya dönüştürürken, bugünün koşullarında dünya sol siyasetinin en önemli isminin heykeli üzerinden hareketlenen kasabada yöneticisinden memurlarına, işletmecisinden imamına her birinin heykele ilişkin hayalleri ve kaygıları da başka başkadır. Görünen o ki kimi için geleceğe umut bağlanan bir türbe, kimi için turistik bir cazibe aracı, oteller ve küçük hediyelik işletmeler için alınıp satılan bir meta, balıkçılıktan ümidi kesen ve kahve açma hayali kuran Aziz için daha fazla müşteri çekecek bir nesne, Ümit için bir kurtuluş simgesi ve Şinasi, Gül Ana, Fikret, İmam Malik için gözaltında kaybedilen kasabanın terzisi Ahmet Abi adına bir anıt mezar... Adını denizden gelen koydukları bu beklenmedik misafire ilişkin kasabalının planları sorgu odasında bir bir ortaya çıkıyor.

Sorgu odaları ve gözaltında kayıplara

Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın filmi iki farklı kulvarda ilerliyor. Öncelikle Karadeniz’in hırçın dalgalarının sürüklediği heykel kasabanın meydanına dikilir ve kısa süre içinde Rusya’dan gelecek bir heyet ve başbakanın da katılacağı resmi bir törenle açılış gerçekleştirilecekken heykel aniden ortadan kaybolur. Bu süreci takip etmek ve heykeli bulmak için Ankara’dan iki polis görevlendirilir. Törene kısa süre kala heykelin bulunması mümkün müdür? Her iki polis sorgu odasına şüpheli buldukları kişileri davet ederler ve her bir anlatı üzerinden heykeli bulmaya yönelik çözüm bulmaya çalışırlar. Hikâye bundan sonra sorgulanan her bir kasabalının geçmişten bugüne duygusal ve düşünsel dünyalarına kapı aralıyor. Başında ve sonundaki kasabaya giriş ve kasabadan ayrılma sahneleri sayılmazsa film tamamen tek bir mekanda yani sorgu odasında geçiyor. Bir oda sineması özelliği taşıyan film Türkiye’nin küçük bir kasaba örneği üzerinden farklı meslek ve yaştan insanların düşünsel ve duygusal yaşam dünyalarını bir polis sorgusunda mercek altına alırken aynı zamanda Türkiye’nin 12 Eylül öncesi ve sonrası siyasi tarihini de bireyler üzerinden ortaya koyuyor.

Sorguyu yürüten polis Erol Çapa’ya amirlerinden gelen telefonlar, sorgu esnasında tavandan gelen sesler hem zamansal hem de mekânsal sıkışıklık ve tedirginlik duygusu yaratıyor. Filmde bir yandan 1970’leri çağrıştıran ses kayıtlarının alındığı teyp, tek çekimlik fotoğraf makinesi, öte yandan cep telefonları, internet kullanımı ile geçmişle şimdiki zaman iç içe geçiriliyor. Sorgu esnasında polislerin Gül Ana’ya oğlu Fikret’in de babası Ahmet gibi aynı kaderi paylaşacağına ve 10 yaşındaki Ümit’in örgüt üyeliği suçlamasıyla başına gelebileceklere yönelik öğretmen İdil’e yaptıkları tehdit sahneleri Türkiye’de gözaltında, cezaevlerinde, sorgulama odalarında düşüncelerinden, ideallerinden dolayı her bireyin nasıl bir kurbana dönüşebileceğine ilişkin gerçekliğe işaret ederken, izleyiciye de bu duyguyu ustalıkla hissettirmeyi başarıyor. Film, sözde büyük anlatıların eski gücünü yitirdiği günümüzde; Marksist-Leninist ideolojinin yapı taşı Lenin’in heykelinin geldiği kasabada bir hareketlilik yaratsa da kasabayı değiştiremediği hatta kasabanın onu değiştirdiği metaforu üzerinden farklı anlayışları karşı karşıya getiriyor. Sorgu odasında iki polis tarafından sorguya çekilen her bir karaktere pencereden yansıyan açık kapı, Lenin büstleri, görkemli bir ışık saçarak kasabaya yaklaşan heykel, kıyıdan ayrılan gemi, kuru bir dala asılı gelinlik, boş musalla taşında kılınan cenaze namazı görüntüleri eşlik ediyor ve bu görüntüler sorgudaki karakterlerin hikâyelerinin tamamlayıcısı oluyor.

Güçlü bir oyuncu kadrosu

Barış, Falay, Saygın Soysal, Serdar Orçin, Nur Sürer, Salih Kalyon, Şerif Erol, Barış Yıldız, Murat Kılıç, Özgür Çevik, Melis Birkan, Binnur Kaya gibi oyuncular başarılı oyunculuklarıyla filmi daha bir güçlü kılıyor. Bunun yanında Emin Alper, Pelin Esmer, Çiğdem Vitrinel, Özcan Alper, Vuslat Saraçoğlu gibi yönetmenler de kısa rolleriyle filmde yer alıyorlar ve bu da filme hem bir dayanışma duygusu katıyor hem de filmi bir yıldızlar geçidine dönüştürüyor.

Sen, Ben Lenin filmi hikâye bütünlüğünden yönetmenin sinematografik üslubuna, Türkiye siyasal tarihinde iktidarın karşısında olan ve düşünceleri, yaşam biçimleri, mücadeleci ruhları ile hak, özgürlük, adalet arayışında olan insanların sorgularda, cezaevlerinde, sürgünlerde baskı, işkence ve özgürlüklerinden yoksun yaşamak zorunda kalmalarına, arkalarında açık kapı bırakarak ve geride onanmaz yaralarla bir daha dönemeyen gözaltında kayıplara kadar uzanan bir yelpazede metaforlarla yüklü ve edebiyat ile sinemanın başarıyla buluştuğu bir film. Sen, Ben, Lenin, bir kasabada yöneticisinden, din görevlisine, eğitimcisinden, esnafına devletin sorgu odasında yaşam hikâyelerinin derinlikli ve eleştirel bir dille ortaya konulduğu, tek mekânda geçen ama izleyicinin ilgisini film boyunca çekmeyi başaran son yıllarda izlediğim ve izlenmesi gerektiğini düşündüğüm bir film.

* Mendilimde Kan Sesleri, Edip Cansever (1974).