ErwIng Goffman’ın “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu” adlı kitabında, Sartre’ın şu sözüne rastladım: “İlgili olmak iste­yen ilgili öğrenci, gözleri sabit şekilde öğretmende, kulakları pür dikkat, ilgili rolü oynarken kendini o denli tüketir ki en sonunda hiçbir şey duyamaz olur.”

Goffman da günlük yaşamda, bir doktor, yazar ya da yöneticinin, mesleğinde iyi olduğunu göstermek için yoğun bir çaba içindeyken, işteki performansının doğal olarak düşebileceğini anlatıyor.

Sanırım, Sartre’ın bahsettiği o ‘ilgili öğrenci’ye günümüzde her alanda rastlayabiliriz, belki bazen kendimizde de... İmaj her şeydir sözünü düşününce... Mutlu görünmeye harcanan çabanın birazı gerçekten mutlu olmaya harcansa...

Sosyoloji, antropoloji ve psikolojinin kesiştiği noktadan baktığımızda, pazar ekonomisinin ve tüketim toplumunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, neden öyle görünmenin öyle olmaktan daha önemli bir hale geldiğini anlarız.

“Ben ve Biz”de, Rainer Funk, psikologların da bazen piyasa şartları gereği, insanlara sahte kendiliklerini nasıl inşa edebileceklerine dair yardımcı olabildiklerine değiniyordu. Orada, psikologların tavsiyelerine değinirken şöyle bir ifadeye rastladım: “Kompliman yapın! İnsan komplimana doyamaz, ama dürüst olmalısınız.” Yani şöyle bir tavsiyede bulunuyor psikolog, sahte olun ama sahteliğinize içten inanarak. Korkutucu olan, istemeseniz de kompliman yapmak değil, yaptığınız komplimana inanmak... Bir başka tavsiye: “Gülümseyin! Bedava ama etkili bir yoldur bu. Gülümse­mek uyarır. Antipati duygularını yıkar, kısacası iyi duy­gular uyandırır.” Gülümsemenin bedava olduğuna dair hatırlatma nefis olmuş. Bunları öğrenmek için kişisel gelişim kitaplarına ya da psikologlara ihtiyacınız yok, işyeri kültürü içerisinde de bu tür davranışlar otomatik olarak ediniliyor zaten.

Aslında, toplumsal koşullara göre kişinin davranışlarında değişiklik olmasında bir sakınca yok. Her kültür, kendi davranış kodlarını kişilere dayatır, bunun bir arada yaşamayı kolaylaştırdığı, kişiler arası ilişkileri düzenlediği bir gerçek. Ama sahte kendiliğin güçlenerek hakiki kendiliğin yerine geçmesi durumunda da karşımıza başka başka sorunlar çıkar.

Winnicott’tan biliyoruz ki, sahte kendilik geliştiren biri, kendi talep ve ihtiyaçlarından vazgeçerek başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya başlar. Bu öylesine zorlu bir görevdir ki, Sartre’ın ‘ilgili öğrencisi’ gibi, artmış bir zihinsel aktiviteyle kendisini ve başkalarını sürekli tarayarak gerçekliği değerlendirmek ve o gerçekliğe göre yüzeysel de olsa bir uyum sağlamak zorundadır. Hâlbuki, hakiki kendilik böylesine kendisiyle ve başkalarıyla meşgul değildir, akışta yaşar ve kendisiyle ilişkisinde tedirginlik değil haz ve yaratıcılık belirleyicidir.

Hakiki kendiliğin önemi, dış tehditler ortaya çıktığında daha iyi anlaşılır. Sahte kendilik, dış bir tehdit karşısında yaratıcı çözümler üretemez, çünkü yeni duruma uygun olarak kendisini düzenlemeye çalışırken yapması gerekenleri yapamaz.

Uzun süre doğada mahsur kalıp aylarca tek başlarına yaşamak zorunda kalanların yaşadıkları koşullardan ne derece etkilendiğine bakan Mihaly Csikszentmihalyi gibi psikologlar, kişinin ‘akışta’ olup olmadığına göre dış koşullardan etkilendiklerine dair çeşitli çıkarımlarda bulunmuşlardı. Csikszentmihalyi’nin akışta olanları “kendini düşünmeyen bir bireysellik”, Funk’ın “özgüçlerini keşfeden bireysellik” olarak tanımladığı şey, hakiki kendiliği tarif ediyor bir bakıma.

Gülümsemek, gerçekten bedava mı?