Hepimize düşen görev, denizlerimiz için mücadele etmektir, tali dertleri ertelemeli, çözüm üretilmesi için tüm karar alıcı ve uygulayıcı mercileri iteklemeliyiz. Orhan Veli demiş ya; “Gün olur başıma kadar güneş, gün olur başıma kadar mavi, gün olur deli gibi, gün olur alır başımı giderim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda…” Şairin söylediği gibi, giden biz olmalıyız, deniz değil!

‘Gün olur başıma kadar mavi’

ALPER TURGUT

Köyümüz Kadıköy, Adana’nın Karataş ilçesine bağlıydı eskiden, sonradan hop aldılar ve Yüreğir’e kattılar. Çocukluğumun Karataş tatillerini asla unutmadım, göz alabildiğince uzanan çadırlar, yalınayak basmanın mümkün olmadığı sımsıcak kumlar, bir dereye bir denize koşuşturan haylaz yavrucaklar ve hızla akan zaman karşısında ahlar, vahlar. Kocaman buz kalıpları satılır, yapay serinlik, resmen halkımızın imdadına koşardı, yellenen mangallarla etkisi katlanan cehennemi sıcakta, yetişkinler kırdığı buzu rakısına katardı. Yalan yok, Çukurova’nın incisi, birçok Anadolu kentinden daha özgürdür, bir insan, diğer insanın tepesine öylece dikilmez, vay sen içki mi içtin diye ekşimez, hiç değilse.

Çocukluğumda deniz temizdi, denizanası bilirdik, yosun da hakeza. Lakin deniz sümüğü, deniz salyası, ya da her ne karın ağrısıysa, yoktu hayatımızda. Müsilaj meselesine geleceğim, ancak önce Karataş’a dönelim. İktidarın küçük ortağının yönettiği Karataş belediyesi, 30 kişilik mehteran takımını yurt dışına yollamış, hayda, sadece 10 kişi geri gelmiş. Vatanı en çok kendilerinin sevdiğini söyleyenler ya sev ya terk et diye üst perdeden büyük laflar edenler, ‘gavuristan’ diye betimledikleri Avrupa’ya sevdalıymışlar oysa. Neyse ki mehteranın alameti farikası olan ‘iki ileri, bir geri’ hareketine sadık kalabilmişler, baksanıza harbiden ikisi gitmişse, biri geri dönmüş. Üstelik Cumhurbaşkanı, üstüne basa basa “Amerikalılar bizim ülkemizde gezince görüyorlar, biz geri kalmışız diyorlar” derken, ciddiyetten hayli uzak olan mehter takımının bu firari halleri, tepeden tırnağa ibretlik. Gri pasaportla yapılan insan kaçakçılığının da mizahı yapılır mı diyeceksiniz, izahı bile yoksa söyleyin ne edelim?

Adana Karataş’ı bırakalım bir yana, İstanbul’un denize bakan her köşesinden plaj fışkırırdı, gerçekten. Moda, Florya, Fenerbahçe, Nizam, Caddebostan, devam eder bu böyle, sonra ada plajları, belediye plajları. Sonra kamplar da vardı. Misal Cevizli’deki Tekel kampında az çimmedik! Gençtik, kafayı yemiştik, içmiş, içmiş, bir şubat ayında, tir tir titreten havada, Kalamış’ta denize girmiştik. Haaa su buz gibi değildi, kısa sürede ayılmış, denizden çıkınca da deli gibi üşümüştük. Tek derdimiz yeniyetmelikti, zatürre olmadık, şans eseri.

Sonra birden kolibasili haberleri ayyuka çıkmıştı, plajlar bir bir kapanmış, pet şişeler, izmaritler, artık işe yaramaz denilen her türlü şey, çöplük gibi görülen denize atılmıştı. Kirlendikçe, pis kokular verdikçe, denizle de aramıza mesafe oluşmuştu, ister istemez. Deniz girintisi olan Haliç ile denize çıkan derelerin, atıklarla beslenerek burun düşüren bir hale dönüşmesi, yıllar yılı güzelim İstanbul’u büyük tutkuyla sevenleri, derinden üzdü. Sonra siyasiler, resmen övünerek, İstanbulun tatlı ve tuzlu suyunu temizledik, pırıl pırıl ettik dediler. Yara ta derindeyken, onlar sadece ambalajı yenileyerek önümüze sürdüler. İçeriği ıskalamışlardı, yine ve yeniden. Çok daha büyük tehlike, bırakın İstanbul’u, tüm Marmara’ya çoktan yayılmıştı. Şimdi buzdağının ucu göründü, çağlar boyunca insanlığı beslemiş bir iç deniz, artık can çekişiyordu.

Gelin birlikte anayasa yapalım diyenlerin, muhalefet partilerinin verdiği her önergeyi reddetmesi, işimize gelirse beraber olalım, yoksa ayrı duralım demek değil midir? Birçok önergeyi, ucu size de dokunur gerekçesiyle kabul etmediniz, eyvallah, lakin deniz salyası sorununu araştırma önergesinin iktidar ortakları tarafından reddedilmesi, muhalifleri geçtim, bazı kendi destekçilerine dahi yok artık dedirtti.

Hepimize düşen görev, denizlerimiz için mücadele etmektir, tali dertleri ertelemeli, ağır sorunu gündemden düşürmemeli, çözüm üretilmesi için tüm karar alıcı ve uygulayıcı mercileri iteklemeliyiz. Orhan Veli demiş ya; “Gün olur başıma kadar güneş, gün olur başıma kadar mavi, gün olur deli gibi, gün olur alır başımı giderim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda…” Şairin söylediği gibi, giden biz olmalıyız, deniz değil!

Biliyorsunuz, 1 Haziran’da daha çok yasaktan daha az yasak pozisyonuna geçti yurdumuz, birçok işyerinin, kafalarına göre belirledikleri saatler içerisinde açık kalmasına, mekânların içinde ve dışında oturulmasına izin çıktı. Herkes bu denli şanslı değil! Müzisyenlere, eğlence yerlerine yine men halinin sürmesi düş. Sinemalara da suare ve pazar günleri hariç, yarı doluluk şartıyla kapılarınızı seyircilere açın müjdesi geldi. Ama o da ne, tam sinema salonlarını açtılar, biz sinemaseverleri unutmadılar derken, beklemediğimiz yerden tepki geldi, bir gün sonra yeniden kapıyı kilitledi. Şaka değil, resmen sinema salonu sahipleri, biz daha hazır değiliz, bunu beklemiyorduk dediler, açılışı temmuz ayına ertelettiler. Kimseyi dinleyemeyen yetkililer, bildiğini okumayı pek sevenler, hayhay dediler.

Bu memlekette insanlar, yoksulluktan ve yokluktan dolayı canlarından vazgeçiyor, kirasını ödeyemeyenler, açlık çekenler, ayın sonunu getiremeyenler o denli çok ki. Müzisyenler, gözü gibi baktıkları enstrümanlarını satıyor, yok pahasına ya kirayı denkleştirmek ya da meslektaşlarına yardım edebilmek adına. Sinemacı ne yapıyor, ya biz hazır değiliz, tuzumuz kuru desenize şuna, kestirme yoldan.

Zamdan önce hep doğal gaz bulunması, yeni Sedat Peker videoları ve hemen her ürünün sürekli fahiş fiyata bürünmesi sacayağında geçiyor memleketin tarifsiz ve acımasız günleri. İktidar direksiyonu hayli zamandır bıraktı, sürükleniyor ülke, yoğun bir sisin tam ortasında ve elbette belirsizliğe doğru. Besbelli oyları düşüyor, mevcut kadrolar çözüm üretemiyor, küçük ortak, ipleri eline almış dilediğince çekiştiriyor. 2053 ve 2071 hedeflerine kendileri bile gülüyor, erken seçim denince tüyleri diken diken olanların, bu muhabbetten hızla kaçanların, 50 yıl sonrasına dair plan yapmasına salt biz değil, meşhur Z kuşağı dahi kahkahayı basar, illa. Yahu, Z kuşağı bile ihtiyar olacak o tarihte, bambaşka nesiller de onlara gülecek, sizin günler geçti diyecek. Bak, bak, bak. 2071 öyle mi? Hahahaha!