Güney Asya’da verdiği mücadeleyi tüm ayrıntılarıyla anlatıyor Gandhi. Derisinin renginden dolayı maruz kaldığı muameleyi görmek canını yakıyor insanın. “Günahtan nefret et, günahkârdan değil” diye yazıyor bir yerde. İnsanın bu ilkeyi edinmesi, buna göre yaşaması acaba mümkün mü?

Günahtan nefret et günahkârdan değil!

1

Yaz sıcakları çöktü üstüme. Camus; “Yabancı”da Mersault’ya cinayet işletirken, kahramanı bu suça teşvik eden yakıcı güneşten söz eder. Sıcak, yaz, güneş güzellemelerini hiç anlamıyorum. Düşünceyi esir alan, duyguları uyuşturan, yaşam isteğini azaltan bir iklimde yaşıyoruz. Bir an önce bu aylar geçse de serinliğe ersek diye bekler haldeyim. Yaşamım boyunca yazları sevmedim. Tembel, bezgin, adam sendeci insanları sevmiyorum. Uyuşukluk salgın bir hastalık gibi…

İstanbul’a geldik. Ne kadar tutuculaştığımı fark ettim bir yandan. Datça’dan uzaklaşınca denize girme isteğim kayboluyor. Alışkanlıklarıma yenik düşüyorum. Yaz yolculukları, oradan oraya savrulmak hep bahane… İşin gerçeği kendimden kaçıyorum… Rüzgâra hasret ruhum…

Gözleri kapayıp, üstüne sahte bir örtü alarak memleketin hakikatlerinden uzak kalmak mümkün mü? Uzun suskunluk günleri… Bazen kimseye bir şey anlatacak gücüm olmuyor. Büyük iddialar, kavgalar arasında geçen zamana hayıflanmamak mümkün değil… Mersault annesinin öldüğünü öğreniyor ve cesedin başında oturuyor sabaha dek, sigara içiyor sürekli. Bir de cinayet var… Biz zamanı, koşulları yönetme becerisine sahip değiliz. Buna teslim olmak, savrulmak ya da dirençle, inatla aklını ruhunu korumak tercihini yapmak zorundayız…
Bu sıcakta “Adalet Yürüyüşü” yapanları izliyorum bir yandan. İsyanı, öfkeyi, kalkan yapmak mümkün… Haklı ve sahici bir davası olması, mutlu kılar insanı. İçimde susmayan biri var… Bit yeniği…


2

Alfa, “Bir Özyaşam/Hakikatin Peşinde Başımdan Geçenler/Gandhi”yi yayınlayarak iyi bir iş yaptı. Altı yüz sayfalık bir kitap. Gandhi bugünlerde bizim memleketin gündeminde. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ile Gandhi’nin “tuz yürüyüşü” arasında benzerlik kurulup, yorumlar yapılıyor. “Yürümek” dışında ne tür bir benzeşlik kurduklarını pek anlamış değilim doğrusu. Bambaşka siyasal iklimler, toplumsal yapılar ve kişilerden söz ediyoruz. Hindistan çok şaşırtıcı verilere sahip bir ülke… Gandhi’nin yaşamı da öyle.

Gandhi köklü bir ailenin çocuğu. İçe kapalı, ürkek ve bir yanıyla saf olmayı yeğlemiş kimse. Ruhunu ıslah etme arzusuyla, gösterişten kaçıp, toplum için yaşamayı seçmiş. Yaşamı bir tür etik öğreti niteliğinde… Hukuk eğitimi almış olması hikâyeyi ayrıca çekici kılıyor. İngiltere’de kaldığı dönem yaptığı gözlemler, Batı’nın içinden eleştiri yapmasını sağlıyor. Çelimsiz bir bedeni olmasına karşın, iradeyle nasıl ayakta kalınacağını gösteriyor okura.
Henüz çocuk yaşta yapmak zorunda kaldığı evlilik, tanrı ile arasında kurulacak ilişkiyi inşa ederken “nefis” sorunuyla nasıl başa çıktığına dair yaşadıkları etkileyici doğrusu. Bir insanın kendi yaşamına tamamen sahip olması mümkün mü, diye düşünmeden edemiyorum. Gandhi elinde kalem, boş bir sayfayı karalamaya başlayacakken, kimi zaman eli yöneten bir başka irade olduğunu da göstermeye çalışıyor sanki…


3

Gandhi inanmayı seçiyor. Her bağlamda… Tanrı kavramı üstüne düşünüyor, ona sığınıyor ve arayışını sürdürüyor. Önyargısı yok. Hem kendi ülkesinde, hem de İngiltere döneminde, Hıristiyanların baskısı altında kalıyor. Kiliseye gidiyor, İncil’i okuyor, bir türlü ikna olmuyor. İsa’nın insanlık adına, tüm günahların kefaletini ödemiş olması fikri aklına yatmıyor. Kişinin kendi günahlarının sorumluluğunu taşıması gerektiğini düşünüyor…
Giriştiği bir tartışmada, dostu olan Hristiyan’ın “biz günahkâr varlıklarız” deyişine itiraz ediyor. Olabildiğince yalın, sade bir yaşama öykünmesi bundan. Bedenine hâkim olmak için çaba veriyor. Cinsel ihtiyaçlardan arınma, hiçbir canlıyı(et) yememek, kimyasal ilaçlar kullanmamak yönünde net tutumu var. Ölüm döşeğinde bile tercihlerini değiştirmiyor.

Gandhi’yi okurken bugün tartıştığımız pek çok konunun/sorunun köklerine dair düşündüm. İçine doğduğumuz coğrafyanın kimliğimizi nasıl biçimlendirdiğini yeniden anladım. En önemlisi “sömürü” ve “ırkçılık” meselesi elbette… Güney Asya’da verdiği mücadeleyi tüm ayrıntılarıyla anlatıyor Gandhi. Derisinin renginden dolayı maruz kaldığı muameleyi görmek canını yakıyor insanın. “Günahtan nefret et, günahkârdan değil” diye yazıyor bir yerde. İnsanın bu ilkeyi edinmesi, buna göre yaşaması mümkün mü?

Sıcaklarda daha bir öfkeli olduğumu fark ettim mesela, günler geçtikçe kimseye tahammülüm kalmadı…

Gandhi’yi okurken susmak bir erdemdir diye geçirdim içimden sıkça… Susmak derken, kişisel meselelerden sıyrılmak ve susmak… Belki de susarak konuşmak… Sartre’ın öğütlediği gibi…


4

Dostluk üstüne bir roman yazmak için öteden beri niyetliyim. Bir hesaplaşmanın romanı olmalı bu. Dost kimdir? Dostluğun ömrü ne kadar sürer? Dostluk hangi gereksinimden doğar? Dost hangi sorumlulukları taşır?

Dostumuza karşı ne tür yükümlülüklerimiz vardır? Bunlar üstüne düşünürüm. Farklı yaşlarda, düşünsel gelişime paralel bu tarifler değişir. Bildiğim; erdemli, bilge olma arzusu iki kişilik değildir.

Dostluğun etik sorunları üstüne farklı tezler, öneriler var. Dosttan bir beklenti duymamak gerektiği tezi doğru mu acaba? Eğer karşılıklı bir etkileşim, duygu geçişi yoksa bu ilişkinin gayesi nedir? Elbette dost yargıç olmamalı, baskı yapmamalı, kişi kendine sınır koyan biriyle bir arada olmayı niçin istesin? Lâkin dostluğun da alışkanlık boyutu var. Dost seçimi salt kişinin özgür kararıyla mı oluyor, emin değilim. Çevresel unsurlar belirleyici mutlaka…

Gandhi’nin dostlukla ilgili verdiği sınavlar çok zaman başarılı değil. Kendini biraz saf, öngörüsüz buluyor. Bir de tanrıyla dostluktan söz ediyor. Eğer bir yaratıcıya teslim olmuşsanız, bu elle tutulur gözle görülür dünyada kimseden beklentisi olmaz insanın. Doğrusu bu bana göre değil. Altını çizdiğim yer şöyle;

“Gerçek dostluk, bu dünyada az bulunur bir ruh özdeşliğine dayanır. Dostluk, ancak bu türlü varlıklar arasında bir değer taşır ve uzun ömürlü olur. Dostlar birbirlerini karşılıklı etkiler. Bundan ötürü dostluk, adam etme işine pek yer vermez. Ben kendim, tekelciliğe kaçan her türlü ilişkiden çekilmek gerektiğine inanıyorum; çünkü insan erdemden çok kötülüğü kolaylıkla kabullenir ve Tanrıyla dost olmak isteyen ya yalnız kalmalı ya da herkesle dost olmalıdır.”

5

Günlük yaşama yönelik Gandhi’nin önerileri ilgi çekici. Kahvaltının sakıncalı olduğunu söylüyor. İlaç yerine su ve toprak tedavisine inanıyor. Buna tamamen teslim olmanın yanlış olduğunu söylese de, bedenine kimyasal almak istemiyor. Et yememesi, inancından kaynaklı. Bir kayıp olmadığını vurguluyor. Kendi işlerini yapma ısrarı hoşuma gitti doğrusu. Giyim, kuşam, mal edinme gibi konularda ilkesel davranıyor. Toplumsal sorumluluk gerektiren işlerden gelir elde etmekten kaçınması önemli. Yöneticilerle ilgili ilkesi net:

“Kesin olarak şuna inanıyorum ki, kendini kamu hizmetine adayan insan, pahalı armağanlar kabul etmemelidir.”
Kendi halkının temizlik sorununa çare bulmak için çırpınışı beni etkiledi doğrusu. Çamaşırlarını temizletmek için bir çamaşırcıya esir düşmektense bu işi kendi halletmeye koyuluyor Gandhi. Nihayetinde berber ihtiyacı doğduğunda da gereğini yapıyor. Ten renginden dolayı, berber elini sürmek istemiyor Ganhdi’ye. Irkçılık tiksindirici bir hastalık… Elinde makas, gözünü kırpmadan kesiyor saçlarını. Elbet sonuç felaket oluyor. Avukat Gandhi bunu umursamadan ertesi gün mahkeme salonuna gidiyor. Alay ediyor görenler… “Saçına ne oldu Gandhi, sıçanlar mı yedi?” diyorlar mesela… Yanıt yalın:

“Hayır. Avrupalı berber, kara saçlarıma dokunmaya tenezzül etmedi. Onun üzerine, ben de iyisine kötüsüne bakmadan, kendim keserim daha iyi dedim”


6

Gandhi’yi okurken sıkça kendime döndüğüm oldu. Bu tür bir yaşam bana uygun mu? Sosyal medyanın esareti altında yaşarken mesela, böylesi bir içsel yolculuğa çıkma olanağı var mı? Üstelik bunca sert günlerden geçerken… Gandhi’nin mistik yanı bana çok uzak. Yarattığı tanrıya saygı duyuyorum. Tanıdığımız tanrılardan farklı ve bana kalırsa tek kişilik. Dinler arasında dolaşırken anlıyoruz bunu. Kendinin tanrısı, peygamberi, kulu olmuş… Elbet Cemal Süreya’nın tarifi en güzeli… Tanrımız bizimle birlikte ölüyor…

Sanat, edebiyat çevresinde sahici dostluk kurulur mu? Bu soru değerlidir. Arkanızdan konuşanlar her zaman olur, mesele o kişinin yüzünüze yalancı güzellemeler yapmasıdır. Şairliğe sadece kendini layık görenlere rastlanır sıkça mesela. Kendinden öte bir romancıya tahammülü olmayan çoktur… En büyük besteci olduğunu düşünen, bu yüzden çevresindeki herkesin ona hizmet etmesi gerektiğine inanana rastlarsınız kolayca. Üç ahbap çavuş ilişkileriyle ödüller alınır, verilir. Şimdi bulunduğum seçici kurulda kılı kırk yararak okuyorum gönderilen eserleri, emeğe saygılı olmak ilk koşul… Tahsin Yücel’in bana bir söyleşide söylediği: “Benim yazdıklarım yoksul sofrasıdır, dileyen gelir ve bir lokma alır” cümlesini aklımda çıkarmıyorum.


7

Elimde Kadir Aydemir’in “Rüzgârla Saklı” adlı şiir kitabı var. Hem yazıyor, hem yayınlıyor Kadir. Bu mütevazı çabasını seviyorum. Ben güzelliklerden söz etmeliyim…

Ignis Et Ventus
İçime damlıyor suyun
Sessiz otlardan göğsündeki
O koku kalıyor ellerimde
-Rüzgârın başladığı yersin

Dilin baygın ay
Öptükçe kıvranıp duran
Kırmızı gelinciğe bak
Titriyor korkuyla ruhu

Gölgende uyuyayım, uçsuz bucaksız
Ağzın için dökülsün yapraklarım
Kıyına çek beni-pullarımı okşa
Sar görkemli sisine
Çıplakken dallarımız ve sonsuz…