Ned Beauman ‘Boksör Böcek’te faşizm gibi mide bulandırıcı bir ideolojiyi herkes için neşeli bir hale sokarak hem ırkçılıkla hem de ‘mükemmel insana’ ulaşma idealine göz kırpan pozitivist düşünceyle alay ediyor ince ince...

‘Günahtan nefret et, günahkârı sev’*

DENİZ POYRAZ

Ned Beauman, bir röportajında, Boksör Böcek’i oluşturan fikri Wikipedia’nın “Biliyor muydunuz?” bölümünden aldığını söylüyor. Orada Jim Hall isimli bir boksörle ilgili bir madde buluyor Beauman. Bir de Anophthalmus Hitleri denen böcekle ilgili madde. Bunları incelerken ikisinin de harika birer roman konusu olabileceğini düşünüyor. Sonra da bu maddeleri bir hikâyede birleştirmenin eğlenceli olabileceği kanaatine varıyor. Boksör Böcek işte böyle ortaya çıkıyor.

Romanın hikâyesi, sonrasında birbirine bağlanacak olan iki farklı kanalda, iki zaman diliminde akıyor. Günümüzde geçen bölümlerin anlatıcısı Kevin Broom, Adolf Hitler’in Mein Kampf’ı yazarken kullandığı altın dolmakalem karşılığında kendi bacaklarından vazgeçebilecek derecede tutkulu bir Nazi eşyaları koleksiyoneri. Hem zaten bacaklarını pek kullandığı da yok. Çok az kişide görülen “Trimethylaminuria” hastalığından ötürü adeta bir balık gibi kokuyor. Yani sosyal yaşamı pek hareketli sayılmaz; o da vaktinin çoğunu bilgisayar başında, forum sitelerinden edindiği arkadaşlarıyla sohbet ederek geçiriyor. Ne ki ummadığı bir şekilde eline geçen Adolf Hitler imzalı teşekkür mektubu, Kevin’in hayatına epey hareket katıyor. Kevin, yeni bir Nazi objesinin peşindeyken bir polisiyenin içinde buluyor kendini.
Vesileyle 1930’lara; hikâyenin “tarihsel ayağına”; bahislerin, küfürlerin, sloganların havada uçuştuğu bir boks ringine; kıyasıya bir müsabakanın içine dalıyoruz. Kahramanımız, maçı kazanmak üzere olan Seth “Günahkâr” Roach adlı boksör. Seth bir elli boyunda, doğuştan dokuz ayak parmaklı, alkol müptelası, eşcinsel, yoksul ve yenilmez bir Yahudi (Seth’in bu özelliklerinin ona tesadüfî biçimde atfedilmediğini, her bir özelliğinin kurguda bir neticeye bağlanacağını söylemeye herhalde gerek yok). Dövüşü izleyenlerden biri de Philip Erskine. Bu biliminsanı, az önce sözünü ettiğim Hitler’in teşekkür mektubunun da muhatabı. Soylu bir İngiliz ailesinden gelen genç adam, İngiltere’de Hitler hayranı faşist guruplara sempati duymakta ve kafayı öjenik (eugenics) kuramına takmış durumda. Faşizmin ideallerine hizmet etmek adına, tüm fiziki kusurlardan arınmış “mükemmel insan” yaratmak gibi bir amacı var.

Erskine, Polonya seyahati sırasında, tesadüfî bir şekilde, kanatlarında swastika (gamalı haç) işareti olan ve sonrasında “Anophthalmus Hitleri” adını vereceği bir böcek türü bulur ve uyguladığı bir takım genetik müdahalelerle böceklerin daha dayanıklı ve zeki olmalarını sağlar. Böcekler üzerinde yaptığı bu deneyler onu tatmin etmemektedir, öğrendiklerini insanlara da uygulamak için sabırsızlanmaktadır. Seth’le yolu işte burada kesişir. Maçtan sonra boksörün yanına giden Erksine, Seth’e deneği olması için teklifte bulunur. Seth bu işe karşı çıksa da henüz on altısında, yoksul ve alkolik bir boksörü kandırmak çok da zor olmayacaktır Erksine için. Hele konu biraz içki ve bir tas sıcak yemekse, yenilmez bir boksör bile bedenini “şeytana” satabilir.

Erksine, Seth “Günahkâr” Roach’a ilk kez bir kafeteryada, Boks Tutkunları adlı bir dergiyi karıştırırken rastlar esasen. Seth’in istatistiklerini inceleyip resmine bakınca yüzüne sert bir darbe almış gibi olur. Her açıdan “zavallı” olan bir fizyolojik kalıtımdan böylesine seçkin bir sporcu yeteneğin çıkmış olması Erksine’i şoke eder. Seth o an veba çukurundan fırlayan bir kayısı ağacı gibi gözükür Erksine’e. O zamanlar da Yahudi boksörlere rastlanıyordu herhalde; ama dünya şampiyonu olabilecek kadar iyi, bir elli boyunda, doğuştan dokuz ayak parmaklı, ucube bir Yahudi boksör de neyin nesiydi şimdi? Hitler, “Geleceğin Alman genci çevik ve narin olmalı; bir tazı gibi kıvrak, deri kadar sağlam ve Krupp çeliği kadar sert olmalı” diyordu ya, işte Seth “Günakâr” Roach bunların hepsiydi!

gunahtan-nefret-et-gunahkari-sev-168478-1.Boks maçları, bahisler, koleksiyoncular, sahtekârlar, gece kulüpleri, meşhur Londra Kütüphanesi, bastırılmış eşcinsellik, icat edilmeye çalışılan diller, yazılmaya çalışılan Pangea tarihi, kuramlar, deneyler, Corbuiser mimarisi, İngiliz aristokrasisi, cefakâr hizmetçiler, Hıristiyan azizler, Yahudi din adamları, şairler, morglar, faşizmin tabanı olan lümpen kitleler, kiralık katiller... Değinmediği konu yok yazarın. Kitabın her bölümü, yazar Ned Beauman ile okur arasına geçen bir boks raunduymuşçasına sert, şaşırtıcı ve hareketli. Okurken “Günbatımı parıltılı uçak izleriyle ilmik ilmikti.” (s.227) gibi edebî betimlemelere, “Rüyaların saf anarşisi” (s.75) gibi parlak tanımlamalara rastlamanız; “İnsanları sanata bakmaya zorlayamazsın; ama sokağın ortasına yüz bin ampul koyduğun zaman, reklama bakmaya zorlayabilirsin” (s.61) ya da “Yahudiler arasında günahkâr yoktur, bizde sadece budalalar olur” (s.16) gibi afili tümcelerle karşılaşmanız mümkün.
Fakat metnin temposunu belirleyen olaylar dizisini takip etmek kimi zaman yorucu olabiliyor. Anlatımın akışına katkı sunmayan, küçük ve dâhiyane detaylar olarak kalması gereken bazı şey ve durumların, karakterlerin hayatlarının geçmişe dönük bazı kesitlerinin birkaç sayfa boyu uzatıldığı oluyor. Kevin’in metnin akışını durdurup fikir beyanatlarında bulunduğu noktalar genellikle komik ve keyifli olsa da bazen gereksizlik hissi verebiliyor.

Neticede, faşizm gibi mide bulandırıcı bir ideolojiyi herkes için neşeli bir hale sokarak hem ırkçılıkla hem de “mükemmel insana” ulaşma idealine göz kırpan pozitivist düşünceyle alay ediyor Beauman ince ince... Günümüz Londra’sının dolandırıcılarla dolu acımasız sokaklarını, pragmatizmle örülü insan ilişkilerini anlatırken, öte yandan, metnin içinde kurduğu “zaman makinesiyle” okuyucuyu 30’ların grotesk atmosferine sokup, dönemin toplumsal yaşamının içine bırakıyor, tüm gerçekliğiyle...
Eleştirmenler Ned Beauman’ın romanda kurduğu atmosferi -hikâyenin Nazi ilgisinden de mütevellit- Tarantino ile özdeşleştirmişler. Zaten aksiyonla biraz kara mizah yan yana gelmeye görsün, bir etiket gibi yapıştırılır hemen: “Tarantino gibi!” Beauman’ın edebî dünyası ile bir sinemacının üslubu, sinema dili arasında yakınlık kuracak olsam benim tercihim, kullandığı ironiyi zaman zaman zekâ gösterisine dönüştürebilen, İngilizlerin de mizah gücünün yüksek olabileceğini tüm dünyaya kanıtlayan, karakterlerinin başı talihsiz biçimde ve devamlı olarak mafyayla derde giren Guy Ritchie olurdu sanırım.
Belki bir gün film olur Boksör Böcek. Yönetmen koltuğunda da Guy Ritchie oturur belki... Neden olmasın?

* Sonradan Mahatma Gandhi’nin de kullandığı, esasen St. Augustine’in “Cum dilectione hominum et odio vitiorum” sözünden devşirilme Hıristiyan deyişi.