Ishiguro Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Bence bu ödül uzun süredir hiç bu kadar yerini bulmamıştı

Günden Kalanlar: “Duygusal bir aşk hikâyesi” mi?

Kazuo Ishiguro ile bir film sayesinde tanıştım. 90’ların ortasıydı, okula geri dönüp yüksek lisans programına kaydolmuştum. Hafta sonları çalışıyor, hafta içi de derslere gidiyordum. Zamanım ve param çok sınırlıydı. Tek eğlencem haftada bir gün sinemaya gitmekten ibaretti. Otobüse atlayıp Taksim’e gidiyor, gözüme kestirdiğim bir filme giriyor ve birkaç saat boyunca her şeyi unutuyordum.

İşte o seferlerden birinde Remains of the Day (Günden Kalanlar) diye bir film izledim. Filmden çıktığımda o kadar etkilenmiştim ki, hemen bir bilet alıp filme yeniden girdim. Arkalarda bir yerde koltuğa yerleşip sanki hiç ayrılmamışım gibi aynı atmosfere daldım. Sinemadan çıktıktan sonra Kazuo Ishiguro’nun filme ilham veren romanını buldum ve hemen okumaya koyuldum. Film güzeldi, ama roman tek kelimeyle harikaydı. Anladım ki, beni çarpan Anthony Hopkins’in mavi gözlerini maharetle kullanarak döktürdüğü oyunculuğu değil, Ishiguro’nun hikâyesinin benzersizliğiydi. Günden Kalanlar’ın sade ve ölçülü dili, karakterin zaaflarını okuyucuya dikkatli bir şekilde teslim eden üslubu, basit ama etkileyici olay örgüsü beni tamamen ele geçirmişti. İlk bakışta sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünen bu romanda, insanın derisinin altına işleyen bir şeyler vardı. Tek kelimeyle büyülenmiştim.

Ishiguro geçtiğimiz hafta Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Bence bu ödül uzun süredir hiç bu kadar yerini bulmamıştı. Aslına bakarsanız, şu ana kadar yazılmış en iyi yüz roman arasında sayılan ve futuristik bir distopya olan Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) bile tek başına yeterliydi. Ödülü duyduğumda, çok sevdiğim ve birkaç kez okuduğum bu roman yerine Günden Kalanlar’ın aklıma gelmesine şaşırdım. Yukarıda sözünü ettiğim bu ilk karşılaşma anının sarsıntısından olsa gerek diye düşündüm sonra.

Günden Kalanlar, Stevens adında bir baş uşağın efendisi Lord Darlington’un hizmetinde geçirdiği yılların hikâyesini anlatıyordu. Roman, Stevens’ın daha önce birlikte çalıştığı kâhya kadın Miss Kenton’dan seneler sonra bir mektup almasıyla açılıyor ve geri dönüşlerle bizi her ikisinin de çalıştığı malikâneye ve II. Dünya Savaşı öncesi İngiltere’sine taşıyordu. Stevens bir yandan içten içe sevdiği ama duygularını kendine bile itiraf etmediği için hiç açılamadığı Miss Kenton ile yeniden buluşmaya hazırlanırken, diğer taraftan da savaşla birlikte artık tamamen kapanmış bir dönemin ilişkilerini hatırlıyor ve pişmanlıklarla örülü hayatının çorak coğrafyasını önümüzde yavaş yavaş açıyordu. Hayal kırıklıklarından, kaçırılmış fırsatlardan, yarıda bırakılmış işlerden ibaret bir romandı bu. Üzerinden aylar yıllar geçtikten sonra da unutulmayacak bir hikâyeydi. İnsanın en yumuşak yerine girip yuvalanıyor ve arada bir sızlayarak kendini hatırlatıyordu.

Özellikle bir sahneye takılmıştım. Belki tam da Ishiguro’ya özgü bir yoğunluk taşıdığı için. Bu sahnede Miss Kenton bir vazo dolusu çiçekle Stevens’ın çalışma odasına girer. Muhtemelen sadece çiçekleri bırakıp çıkmak istemiştir. Ama o akşam Stevens odadadır, kitap okumaktadır. Miss Kenton hangi kitabı okuduğunu sorar. Stevens buna beklenmedik bir tepki gösterip kitabı saklamaya çalışınca, kadın kitabın “açık saçık” bir şey olduğunu düşünür. “Neden bana göstermiyorsunuz, Bay Stevens?” diye sorar ona, “Bunun benim üzerimde kötü bir etki bırakacağını mı düşünüyorsunuz?” Ama Stevens o kadar tedirgin olmuştur ki, ayağa kalkıp sırtını duvara verir. Kaçacak bir yeri olmadığını fark eden birinin endişesi içindedir. Kitabını elinde sıkı sıkı tutmaktadır. İkisi ayakta yüz yüze dururlar. Aralarındaki hava ağırlaşmış, gerginlik neredeyse elle tutulur bir hal almıştır.

Stevens bu değişikliğe şaşırmıştır. Zaman durmuş gibi gelir ona. Oda sessizleşmiş, her şey olduğu yerde kalakalmıştır.

“Bana doğru uzandı ve parmaklarımı yavaşça çözerek kitabı elimden kurtarmaya çalıştı. O bunu yaparken yapılabilecek en iyi şeyin başka tarafa doğru bakmak olduğuna karar verdim, ama bana o kadar yakın duruyordu ki, bunu ancak kafamı hiç de doğal olmayan bir açıyla çevirerek başarabilirdim. Miss Kenton aynı incelikle devam ediyor, parmaklarımı neredeyse birer birer açarak kitabı almaya uğraşıyordu. Bu işlem çok uzun sürmüş gibi göründü bana. Fakat duruşumu korumayı başardım. Sonunda şöyle söylediğini duydum: “Tanrım! Bay Stevens, bu kitap açık saçık bir şey değil ki! Sadece duygusal bir aşk hikâyesi.”

Stevens duygularının ortaya çıkacağından korkar ve Miss Kenton’dan kendisini yalnız bırakmasını ister. Kadın kırgın bir şekilde ayrılır. Bütün romanın özeti sayılabilecek bir sahnedir bu. Olmaya çok yaklaşmış ama olamamış bir şeyin hikâyesidir. Bir yakınlaşma ihtimalinin göründüğü ama sonra aynı hızla uzaklaştığı bir anı anlatır. Ishiguro böyle anların ustasıdır. Kalp kırıklığı ve bastırılmış duygular onun elinde asla bayağılaşmaz ve sıradanlaşmaz. Bunları hiç abartmadan, süsleyip püslemeden, daha önce anlatılmamış bir şekilde anlatmayı başarır. Kâhya kadın odadan çıktıktan sonra, Stevens “böyle duygusal kitapları” neden okuduğunu açıklar. Okuyucuya bir an önce bunu söylemek ve kendini temize çıkarmak çabası içindedir sanki. İngilizcesini daha temiz ve pürüzsüz bir hale getirmek için okuyordur onları. Bu mazeretini duyduğumuzda, sanki Lord Darlington konuşuyormuş gibi gelir bize. Stevens’ın laneti de budur zaten: Efendisinin temsil ettiği dünyaya duyduğu büyük hayranlık ve sadakat. Kuralları başkaları tarafından belirlenmiş bir dünyada kendinden beklenen rolü kusursuz bir şekilde yerine getirmek istemesi bundandır.

Halbuki dünya büyük değişikliklerin eşiğindedir. Roman açıldıkça öğreneceğimiz gibi, bu dönem sona erecek ve efendiler değişecektir. Hizmetkârlar ise birer paçavra gibi bir kenara atılacaktır. Ishiguro, Stevens’ın kişiliğinde sınıfların keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığı ve en kuvvetli duyguların bile belli sınırlar içinde yaşandığı İngiliz toplumunun çok etkileyici bir resmini de çizer bu romanda. Roman açıldıkça, Stevens’in özel tarihine şahit olduğumuz gibi, büyük bir toplumsal değişimin ve yıkımın hikâyesini okuduğumuzu da fark ederiz. Her ikisini de ustalara yakışır bir incelikle anlatır Ishiguro.

Günden Kalanlar, Miss Kenton’un sesiyle söylemek gerekirse, “sadece duygusal bir aşk hikayesi” değildir yani. Bundan çok daha fazlasıdır. Ishiguro’nun bütün romanları gibi.