Korka korka geçtiğimiz asma köprüsü, ağzımız sulanarak seyrettiğimiz -ara sıra da daldığımız- meyve bahçeleri, küçücük kahveleri, dükkânları, fırını, “Mektup var mı?” diye baktığımız posta kutusuyla şirin bir tren istasyonumuzdu Güneş

“Güneş!”

Cafer DOĞAN
caferdogan1@gmail.com

1970’ lerin başı... Divriği’ye bağlı Çamşıh beldesi… Yaz bahar ayları köylünün çok çalıştığı, işinin en ağır olduğu zamanlardı. Önce çayırlar, sonra fiğler, ardından arpalar, en son da buğdaylar biçilirdi. Orakla ekin biçmek, kağnılarla sap çekmek; harmanda, kavurucu bozkır güneşinin altında döven üzerinde saatlerce dönmek; makine çekmek; saman vurmak, saman taşımak… Velhasıl iş çoktu.

İlkokuldayız. Dağlarda öküz, inek yaymak; çayırlarda körpeleri otlatmak; ekin biçmek, döven sürmek, makine çekmek, saman vurmak... Çocuktuk ama bu işlerden de kaçamazdık. Kadınların işi çok daha zordu. Ekine gider, bostan çapalar; inek, koyun sağar; evdeki bütün işler de onlara bakardı. Annem herkesten sonra yatar, herkesten önce -üç, dört gibi- kalkardı. Kalkınca da “Vay bennnii! Geç kalmışım, gün öğle olmuş!” derdi. Gecenin karanlığında komşumuz Döndü Bacıge’yle Ağpuar’a gider, iki bakraç soğuk su getirir, yayık yayardı.

Mayıs sonları, haziran başları işler yavaş yavaş başlardı. Bu aylarda yemyeşil söğüt ve kavak ağaçlarından köy görünmez olurdu. Kapımızın önündeki dereden çağıl çağıl sular akardı. Serçe, sığırcık, karga, bıldırcın, karatavuk, keklik sesleri birbirine karışırdı. Akşam olunca da baykuşlar ortaya çıkardı. Kırlar, hozanlar, çayırlar rengârenk çiçeğe dururdu. Köyün altındaki Körpuar çayırında uzun bacaklı leylekler cirit atardı. Kınalı keklikler de bi öter, bi öterdi ki vay anam vay! Böyle zamanlarda çayırlar bizi top oynamaya; dağlar yemlik, tavşan elması, çiğdem toplamaya; çaylar da çimmeye çağırırdı.

Bir de GÜNEŞ’imiz vardı. O başkaydı.

Korka korka geçtiğimiz asma köprüsü, ağzımız sulanarak seyrettiğimiz -ara sıra da daldığımız- meyve bahçeleri, küçücük kahveleri, dükkânları, fırını, “Mektup var mı?” diye baktığımız posta kutusuyla şirin bir tren istasyonumuzdu Güneş.

Çocuktuk... Köyden başka bir yer görmemiştik. Ankara’nın, İstanbul’un, Sivas’ın, Divriği’nin adını duyar da nasıl bir yer olduğunu bilmezdik. Bir de sık sık Güneş’i duyardık. Şu dağ var ya -Döldür Dağı- işte onun ardında bir yerdeymiş. Koca koca trenler geçermiş. Şeker varmış, büsküüt varmış. Uzakmış, yolu yokuşmuş, o yokuşa diz mi dayanırmış? Ali müğreti! Ayı çıkarmış, kurt çıkarmış…

Mayıs ayının son günleri ya da haziranın başıydı. Çap Ali, Hasan Ali, Küçük Ali, Hüseyin, Hamza, Ali Rıza, Mahmut, Muharrem, Veli, ben ve üç dört kişi daha… En küçüğümüz sekiz; en büyüğümüz on bir, on iki yaşlarındayız. Köyün altındaki taş köprüde oynarken Çap Ali -aklına nereden geldiyse- “Güneş’e kaçak mı?” dedi. Neyse uzatmayalım… Köyden kaçtık. Tepemize yağan sıcağa aldırmadan iki saat mi desem, üç saat mi desem yürüdük. Rüzgârın uğultusundan, meşeliklerden gelen hışırtılardan “Ayı geliy!” sandık. Ayı çıkmadı, kurt çıkmadı ama çıkmış gibi de korktuk, kaçtık. Çalılarat akıldık, taşlara çarptık, çakıl taşlarını peşimizden sürükleyerek bayır aşağı kıç üstü kaydık. Pantolonumuz yırtıldı; elimiz, dizimiz kanadı... Korktuk, yorulduk, acıktık, susadık… Küçücük yüreğimiz çarpa çarpa, tren raylarından geçip Güneş’e çıktık. Tünelin ucundan çıkan treni görünce şaşırdık. Biz mi trene koştuk, tren mi bize koştu anlamadık.

Köy çocuklarıydık, bizim oyuncak trenlerimiz yoktu ki! Olmasındı. Bizim, gerçek trenlerimiz vardı. Ekspres, posta, karma… Hepsi bizim trenlerimizdi. O koca demir yığınının kıvrılarak gelişi, lokomotifin yürek ürperten homurtusu, göğe savrulan kömür kokulu dumanları, uzun uzun çalan ıslığı ve uzayıp giden demir raylar canlı resimlerimiz oldu.

Ekspresimiz lükstü, çok da aceleciydi. Durmasıyla kalkması bir olurdu. Yolcuları da havalı mıydı ne? Posta trenimiz vardı. Bekleyeni çoktu; ondan mıdır nedir, azıcık da nazlıydı. Geciktikçe gecikir, gözümüz yolda kalırdı. Karma trenimiz garibandı. Önden iki vagonda yolcu -biletleri ucuzdu-, arkadaki vagonlarda yük ve hayvan taşırdı. Trenin ne zaman geleceği, ne zaman gideceği hiç belli olmazdı. Beş saat, on saat, hatta bir gün geç geldiği bile olurdu.

Az kalsın unutacaktım. Marşandiz’imiz de vardı, diğer adı “Çamşıh Treni”ydi. Sadece yük taşırdı. Yolcular binmesin diye bekçisi bile vardı, vardı da yine de binilirdi. Binmek, vagon aralarında kaçak gitmek yürek isterdi. Tren nedense bazen Güneş’te durmazdı. İstasyona gelirken duracakmış gibi yapar; durmasını beklerken de aniden hızlanır, giderdi. İnmek için ya trenden atlanır ya da trenin havası çekilerek tren zorla durdurulurdu. Çamşıhlılar buna mecburdu, trenden inmenin başka bir yolu yoktu. Onun için adı Çamşıh Treni’ydi. Zaman kıymetliydi… Cürek, Avşar, Çetinkaya gibi yakın yerlere marşandizle gidilirdi.

Köy çocuklarıydık; küçücük bir köyde, kocaman hayaller kurduk. Bir gün biz de büyük şehirlere gidecek, çalışacak, okuyacaktık. Köyden gurbete gidişin, sıladan köye dönüşün yoluydu Güneş. Herkes gibi biz de anamızdan, babamızdan, taşımızdan, toprağımızdan Güneş’te ayrıldık. Ayrılık acısını orada yaşadık. Gözyaşlarımızı orada, Güneş’e bıraktık...

Çocuktuk işte!

Trenler giderdi Güneş’ten Ankara’ya, İstanbul’a, Sivas’a dolu dolu. Kim bilir o trenler ne hayaller, ne umutlar, ne sevdalar taşıdı? Kim bilir ne ayrılıklar, ne acılar yaşadı? Kim bilir hangi hayaller gerçekleşti, hangi düşler yarım kaldı, hangi umutlar soldu? Kim bilir kimler güldü, kimler neye ağladı?

Senelerdir Güneş’e gitmemiştim. Geçen yaz iki arkadaş –çocukluğa özlem mi desem, anılara yolculuk mu desem– yine yürüyerek Güneş’e gittik. Ne yollarımız ne de çiçeklerimiz değişmişti. Patika yoldan inerken yine deli bir rüzgâr esti, yamaçlardan yine keklik sesleri geldi. Çayın kenarındaki bahçeler de aynıydı. Çürümeye terk edilmiş o güzelim asma köprüden korka korka geçtik ve Güneş’e çıktık. İstasyon bomboştu. Ne tren vardı ne de treni bekleyen bir yolcu… Burası Güneş miydi? Yoksa biz yanlış bir yere mi gelmiştik? Dükkânlar yıkılmış, meydan bomboştu. Güneş sessiz, Güneş solgun, Güneş soğuktu! Bir umut… Posta kutusuna da baktık “Mektup var mı?”. O da boştu!..

Hani demiştim ya ayrılıklar zordur, bilirim elbet. Çocuklar için daha da zordur, onu da bilirim. Çocukluğum, çocukluğumuz, köyümüz, anılarımız, Güneş’imiz, trenlerimiz...

Babam İstanbul’da çalışırdı. Babamı özlediğim zaman Güneş’in yolunu gözlerdim.

Unutmadım, hâlâ Güneş’i gözlüyorum baba!