Buzlukta saklanmış ekmekleri yumuşatıp yiyen çocuklara ve Güneş’e ve her birimizin doğuştan deniz oluşumuza borcumuz var

Güneş’e boyama kitabı

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

Yakın bir dostum, İstanbul’un yoksul bir semtinde öğretmen. Öğrencilerininki öyle kopkoyu yoksulluk ki, beslenme saatinde (Biz küçükken öyle söylenirdi, belki şimdi sadece ‘öğle yemeği’dir adı) bakkaldan alınıp buzlukta saklanmış ekmekleri yumuşatıp yiyorlar. Bazısının evinde yatak yok; yerde, tahtaların ya da taşın üstüne serdikleri çulun-çaputun üzerinde yatıyorlar.

Dostum güzeller güzeli bir kız annesi oldu, biz altın filan taktık, gelenek ya da sınıf terbiyesi diyelim. Sınıfındaki yoksul çocuklarsa, kareli defterlerinden birer sayfa koparmış, her sayfayı ikiye bölüp üst üste koymuşlar. Sonra bu kâğıtları yan tarafından zımbalayarak küçük bir deftere dönüştürmüş, her sayfasına bir hayvan ya da nesne resmi yapmışlar. Böyle eğri büğrü, çocukça resimler; Picasso’nun erişmek için otuz yıl çabaladığı saflığın, arı duruluğun, kuşoluş-tayoluş-aşkoluşun düşmavi resimleri. Deftere bir de kapak hazırlayıp üzerine yazmışlar: Güneş’e Boyama Kitabı.

Ben ağlamamak için zor tuttum kendimi. Düşündükçe boğazımda bir şey düğümlendi. Bu müthiş bir sevgi, incelik, özünden verme. Bu insanlık adına umutlanmamız için sunulmuş bir armağan hepimize; şiirin, güzelliğin, insanlığın hâlâ mümkün olduğuna dair bir şey. Güneş'e dünya görüşümüzü, onurlu tarihimizi, kalbimizin zenginliğini anlatacak daha harikulade ne olabilirdi?

Birkaç saat evvel hipermarket kasasında anne-babamın yaşadığına ne demeli peki? Her şeyi tarttırmışlar da birkaç poşet sebze arada unutulmuş, arkalarında da nice insan yorgun argın beklemekte. Bizimkilerin “Bunlar kalsın” diyerek kenara bırakmalarıyla, sıradaki yaşlı hanımefendi, “Olur mu öyle şey, ben şimdi tarttırıp gelirim” dediği gibi alıp gitmiş sebzeleri, iki dakikada hallolmuş mesele. Böyle iyi insanlar kalmış demek, iyilik diye bir şey varmış hâlâ; hani Ziya Osman Saba’nın, vücutta ruhun ürperişi saydığı.

“Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık” demişti son yazısında Hrant Dink. Öyle insanlar olduğumuza, her birimizin doğuştan öyle olduğumuza inandığımdan… inanmak istediğimden belki… şiire-edebiyata-sanata dair yazılarımı topladığım kitaba ‘Zaten Herkes Bir Denizdir Doğuştan’ adını verdim. Denizdir, deryadır, ummandır herkes, Cervantes’in deli dumrul Don Kişot’u, haklılığın inadında Michael Kohlhaas’ıdır Kleist’ın. Bir masal kahramanı gibi Ernesto Che’dir herkes doğuştan, “yeter ki kararmasın sol memesinin altındaki cevahir.” Çocukluğunda bir topaç, bir oyuncak araba, bir bez bebeği sımsıkı tutarken çekilmiş fotoğrafına baktığında dolan gözlerdir herkes, o masum gözyaşlarından bir deniz!

Zaten herkes tertemiz, yakışıklı, başkaldıran Ulaş’tır, Sinan’dır, Mahir’dir.

“Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama” demişti son yazısında, bir de bundan söz etmişti Hrant Dink, en kötü olasılık olarak ancak bu kadarını düşünerek… İyiydi çünkü, temiz adamdı, efendi-çelebi-kalender adam. “Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola...” demişti, “Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ıstırabı...” demişti, böyle kesik kesik, kendi sözlerinden ürküp acısıyla sade kendini dağlamak ister gibi. “Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten” diye ekleyivermişti hemen. Belki o gün tanımadığı biri içten bir selam vermişti Şişli’de yürürken, belki karşı kaldırımdan bir genç kız el sallayıp gülümsemiş, bir delikanlı sol yumruğunu şöyle yarım kaldırıp “Seninleyiz abi!” diye seslenmişti, “Korkma sönmez bu şafaklarda…”

“Hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım” umuduna sarınarak eklemişti Hrant Dink: “Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.”

Ben ağlamamak için zor tuttum kendimi. Düşündükçe boğazımda bir şey düğümlendi. Bunu demiş miydim? Evet, ‘Güneş’e Boyama Kitabı’ndan söz ederken demiştim, değil mi? “Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak” cümlesini yazdıktan sonra, 2007’nin 19 Ocak’ında vurulup öldürülseydi sizin de bir sevdiğiniz, siz de benim gibi neyi nerde dediğinizi, nasıl dediğinizi, meramınızı hâlâ ve ısrarla kime ve niye anlattığınızı karıştırırdınız.

Biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

İnsan dediğimiz, birkaç bin kişi… dokunmaz, evet.

Mesele, diğerlerini insanlığa davet etmekten, bunun koşullarını hayata geçirmek için yılmaksızın mücadeleden ibaret.

Buzlukta saklanmış ekmekleri yumuşatıp yiyen çocuklara ve Güneş’e ve her birimizin doğuştan deniz oluşumuza borcumuz var. Borçluyuz evet, Yaşar Kemal’in ‘mecbur insan’ dedikleri bizleriz.

Nereye gideceğini bilmeden yürüyüp gitmişler bizim de atalarımızdır. Borçluyuz.