Kral, insan şekline bürünmüş tanrıdır.”

3500 yıl önce, bugün dünyanın tarihsel bilgilerine ulaşılabilen her yerinde toplumlar bu inanıştaydı. Yukarıdaki söz Hint Vedalarından alıntı, ama tarihin belli aşamalarında o kadar ortak bir ‘insan oluş’ maceramız var ki, rahatlıkla firavunların Mısırından, Davut ve Süleyman’ın İsrailinden, Aztek toplumundan da alıntılanmış olabilir.

“Homeros’un anlattığı kral tanrıların soyundan gelir; o hem rahip hem de iyi bir kraldır. Kara toprağın ekin vermesi, ağaçların meyve yüklü dalları, sürülerin çoğalması, denizlerin balıkla dolması da ondandır.”

Feodal dönemde de bunun izlerine rastlanır ama tanrı tarafından kral yapıldığına inanan 14. Louis’nin ‘Güneş Kral’ zorlamasından Fransız Devrimi’ne giden yolda gördüğümüz gibi, ülke ve yurttaşlarının kendisi sayesinde var olduğunu düşünen tanrı-krallar kapitale ve burjuva demokrasisine yenilir.

“En erken kayıtların da gösterdiği gibi insanlar tanrılara ve onların ‘kral’ denilen temsilcilerine tapıyordu. Ama bugünkü bilgimiz önce tanrılara sonra krallara tapınıldığını söylemeye yetmez. Belki de krallar olmadan tanrılar, tanrılar olmadan da krallar var olamıyordu.”

Sanayi devriminden, dolayısıyla burjuva demokrasisinden uzak toplumlarda daha uzun süren bu inanışın Ortadoğu versiyonu halife (Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi) padişahlardır.

Bu ülkede tanrı-kral yaratma ve onu yaşatma sürecinin bir kısmı Osmanlı devrinde, bir kısmı da ne yazık ki cumhuriyet döneminde gerçekleşti: Halifelik öncesi ve sonrası tüm Osmanlı sultanları, belli bir amaçla (nizâm-ı âlem) var edilmiş bir ülkenin ‘göklerden gelen bir karar’la seçilmiş yöneticileriydi. Bu süreç Anadolu’da öyle mitlerle örüldü ki, mesela Mısırlıların hâlâ nefretle andığı çok kanlı ve acımasız bir işgal bu topraklarda güçlü ve adil bir hükümdarın Allah tarafından hilafetle taçlandırılmasının hikâyesi oldu. Sonrası malum: Sünni olmayan unsurlara karşı ‘yavuz’ sözcüğünün hakkını vermek için kendi ‘kullar’ını katleden bir cihan padişahı!

Bağımlılıklarıyla bilinen 4. Murat ya da Deli İbrahim gibi padişahlar için bile öyle öyküler anlatılır ki, Osmanlı hanedanının yaptığı her şeyin -itibardan tasarruf olmayacağı için saraydaki kedilere samur kürkler giydirmenin, havuzdaki balıklara altın sikkeler atmanın, mücevherlerle işlenmiş bir saltanat kayığı yapılması için halka ek vergiler yüklemenin- biz zavallı sefil halkın anlayamayacağı kadar yüce bir gücün yönlendirdiği ilahi eylemler olduğuna inanmamak için ancak kâfir olmak gerekir -eh, tanrı-kral yaratıyorsanız onun hiç sevmediği cehennemlik çapulcuları da yaratırsınız.

Korkusundan saraydan bile çıkamayan 2. Abdülhamit’in hiç hacca gitmediği halde Mekke’de hacılar tarafından görüldüğü hikâyesi bu tanrı-kral olgusunun iyi bir örneğidir: Ortalıkta boy boy fotoğrafları dolaşmadığı için Abdülhamit’in çoğunluk tarafından tanınmamasına rağmen bu hikâye karşısında hiç kimse “O değildir yahu, belki ona benzeyen biridir” demez. Çünkü o normal bir insan değil, büyük harfle Padişahtır; Allah ve peygamberin yetki verdiği bir kutsal varlıktır.

Son yıllarda AKP tayfasının yaptığı Abdülhamit-RTE benzetmelerini, RTE’ye yüklenen peygamberlik, halifelik ve nihayet tanrılık özelliklerini -”Başbakanımız ikinci bir peygamber gibidir”, Başbakana dokunmak bile bence ibadettir”, “Allah’ın bütün vasıfları onda var”-, hiçbir koşulda toz kondurulmamasını -”Erdoğan anamın üstünde yakalansa orospuluk anamdadır”- biraz da bu topraklarda ne yazık ki hâlâ aşılamamış tanrı-kral düşüncesinin görünümleri olarak ele almak gerek. Bu antropolojik bakışla belki önümüzü biraz daha iyi görebiliriz. Malum, “Tarih tekerrür etmez ama bazen kafiye yapar.” (M. Twain)

“Din ve politika birbirinden ayrılamaz, onları ayırmaya çalışmak beyhûdedir. Kökenleri birdir, birbirinden kopmuş gibi görünürler ama bu asla tam olarak gerçekleşmemiştir. Bu köken birliği insan aklının işleyişini belirler hâlâ.”

(Alıntılar antropolog Arthur M. Hocart’ın 1921’de yayımladığı The Origin of Monotheism adlı makaleden derlenmiştir.)