Yaratıcı bir an yoktur, aklını yaratma üzerine kurmuş kişi, yaşamdan tam anlamıyla haz duyamaz, tuhaf, gölgeli bir zihindir bu, aynı zamanda ise biraz telaşlı ve kaygılıdır

“Günler günleri yazar yazarı kovalar!”

1 İki gün mide bulantısı, deride döküntü eşliğinde kaşıntı ve sonunda serum alarak geçti. Keyifsiz, uykusuz zamanlarda bazen daha çok okuyorum, bu durum iyice güçsüz kılıyor bedenimi, ruhumu. İstanbul’un tenha caddeleri güzeldi oysa… Soluksuz okumak, benzer biçimde yazmak, sanki bir yere yetişir gibi, belirsiz bir hedefe doğru çullanarak yapmak bunları… Ardı ardına biriken fikirler, bazen hafif bir üflememle etkisini yitiriyor. Karmakarışık bir rüyadan uyandım, sinema filmi gibi herkesi anımsıyorum, hiç aklımda olmayan, birbiriyle ilintisiz kimseler bir araya gelmişti… Niye?

İradem dışında işleyen o yapı, beyin denen tuhaf yaratık, ele geçirmiş ‘ben’i, oynayıp duruyor. Şiirler, denemeler, romanlar içinden yönümü bulmaya çalışmak anlamlı mı? Başka yol bilmiyorum ki bir yandan… Aklıma gelen fikirlerin hızına yetişemiyorum, bir kısmını unutuyorum, bazısı önemini yitiriyor, geride kalanlarla boğuşuyorum. Bir hastalık hali bu sanırım.

Yazarların güncelerini okuma alışkanlığım daha bir derinleşti, mektuplarını, her neleri varsa… Herhangi bir yapıtı tamamen sonlandırmak mümkün mü?

Virginia Woolf en canlı, yaşamdan en çok söz ettiği bir anda sonlandırıyor öyküsünü. Hep bir yetmezlik hali…


2 Bir fikirden diğerine koşar adım ilerlerken, arada kaçırdığım bir başkası var mı diye endişe ediyorum; okumalar bu yaratı sürecini geliştirmeye mi yarıyor, yoksa dizginliyor mu, karar vermiş değilim. Yaratıcı bir an yoktur, aklını yaratma üzerine kurmuş kişi, yaşamdan tam anlamıyla haz duyamaz, tuhaf, gölgeli bir zihindir bu, biraz telaşlı ve kaygılıdır. Durup dururken kendini yorgun saymak, sonrasında buna dönüşmek rastlantı değildir; kurduğun başına gelir böylece, hastalanır, içe kapanır, öfkelenir, bir türlü üzerine geçirdiğin o şeffaf, muşamba yağmurluktan kurtulamazsın.

Koca haftayı okuyarak geçirdim; ama nasıl, sabahtan gecenin dibine dek, kısa uyku ardından, yine kusarak okumaktır söz ettiğim; bir yazardan diğerine ne aradığını bilmeden, bazen benzerlikler bulup coşarak, kimi zaman umudunu yitirerek okumalardır bunlar; gel gör ki, bir türlü ruh dizginlenmez, akılda büyüyen fikir dilediğin çehreye bürünmez, hastalanırsın. Elimin altında birbirine hiç benzemez kitaplar yan yana duruyor, birini alıp ötekini bırakıyorum; sonuna çabuk geleyim istiyorum bazısının, tatsız tuzsuz geliyor, sorun kimde diye düşünürken, okumanın oyalanma olduğuna karar veriyorum; kimi yazar okurken üretir, bazısı tamamen kafasına çeker yorganı, dünya ile iletişimi koparır, acaba hangisiyim diye dolandığım da oluyor; şayet büyük açmazlar içinde bunalıyorsa kişi, durmayı başarmalı da, top gibi oynadığın ruhunu nereye bırakacaksın?
Tezer Özlü’den kalan bir tane daha;

“Bu sabah, Trieste’deki üçüncü otel odasında baş ağrılarının yansıdığı yüzümü aynada gördüğümde, bütün erkekleri aynı o Yunanlı gibi yanımda, yedek bir canlı olarak taşıdığımı algıladım. Birinci kocamı da, ikinci kocamı da, güzel tenli son sevgilimi de, çeyrek yüzyılda sevdiğim ya da becerdiğim hepsini, kendi “ben”ime dayanabilmek için yalnız yanımda taşıdığımı algıladım. Torino’ya yaklaştıkça, bir odada, bir otel odasında, giysileri içinde ölü bulunan Cesare Pavese’yi, giderek daha çok düşünüyorum. 11 yıl, 11 ay ve 15 gün önce.
Yaşamın Ucuna Yolculuk, sayfa 92”


3 Hava almak için Kadıköy’e düştüm, üstüme çullanan ve artık hoşlanmadığım, yük saydığım mecburiyetlerden kurtulmak istiyorum. Bedenim sıkça uyarıyor, bir süre kulak asmadan idare ediyorum, sonra hastane, ilaçlar ve sıkıntı. Geniş ilgi alanım olması kendimi sürekli okumak zorunda hissetmeme neden oluyor. Toplumsal yükle başa çıkmak kolay değildir. “Bir yaşamım var, el âlem için harcamak istemiyorum” diyebilecek bir kişiliğim yok. Şehrin çehresinin bozukluğu canımı sıkıyor. Beyoğlu bitti, Nişantaşı yabancı, Kadıköy’e sıkıştık sanki.

gunler-gunleri-yazar-yazari-kovalar-347954-1.
Bir zamanlar Bakırköy.

Geçen gün Bakırköy’e uzandım. Biraz içlere doğru yollandım; ne Sayanora Sinaması kalmış, ne okul kırdığımızda gittiğimiz kahveler var. Anıları alıp üfürmüşler, boşlukta savrulmuş, kimselerin albümünde yer bulur mu bilmiyorum. Kendimi genç saysam bile, hakikati görmeliyim kırk yedi hesaplaşmak için iyi bir yaş. Artık yaşlılık planlarını da yapmak lazım… Daha kaç kitap yazmalıyım, hatta yazmalı mıyım sorusu önemli.

Geçen gün sosyal medyada boksör bir yazar sataştı. Önce sinirlenip, yanıt vereyim, dedim; baktım ki bu seviyesiz dil, uydurma sokak ağzı bana göre değil. Yeteneksiz diyor bana. Olabilir. Suç mu? Yalnız bir de uyduruk bir dergileri var, orada yazmak için yalvardığımdan söz etmiş. Yalancılık ne kadar kolay… Cezası yok, yaptırımı yok. Kaç gündür Salâh Birsel’in “Yaşlılık Günlüğünü” okuyorum, ara sıra düşer yolum Birsel’e. Yine oradan oraya gezdirdi beni, birbirinden güzel dizelere rastladım, kitaplar tanıdım, yetmedi bolca güldüm. Orada bir yerde bu tür üfürmelere kulak asmadığından söz ediyor, boş sözlerin zaman kaybı olduğu kadar, yersiz bir inatlaşma ile yazarın ilgisini dağıtmasına izin vermemek gerektiğini söylüyor. Haklı. Bir de;
“Benim yaşamım çokluk yazarlıkla bağdaşmayan işlerle geçmiştir. Günlerimi kâğıt-kalem oyununa çevireceğime tam 33 yıl hiç istemediğim, sevmediğim işlerle nefes tükettim” diyor.

gunler-gunleri-yazar-yazari-kovalar-347955-1.
Salâh Birsel


4 Tezer Özlü’nün mektuplarında rastladım; Marguerite Duras’nın ‘Sevgili’ romanını çok sevdiğini söylüyor. “Hatta son dönem okuduğum ve beni en çok etkileyen roman” diyor. Ertelemişim okumayı, bir solukta bitirdim. Tahsin Yücel’in harika çevirisi için bir diyeceğim yok. Sevdim mi romanı? Hayır. Etkileyici buldum mu? Evet. Yenilikçi yanı, farklı yerden kurduğu bağlar, olay örgüsüne pek yüz vermemesi ve yazarın kendini gizlememesi önemli. Bir dönem sadece kendini yazmak için yola koyulan yazarlar var, birçoğu kadın. Duyumsamaya çalıştım. Altını çizdiğim yerler var. Günceye aldım.

“Kaldırımda, kalabalık, her yöne akıyor, ağır olsun, canlı olsun, yollar açıyor kendine, bırakılmış köpekler gibi uyuz, dilenciler gibi kör, bir Çinli kalabalığı, bugünün refah dolu resimlerinde de hâlâ görüyorum bunu, hiçbir zaman sabırsızlığa kapılmadan, kalabalıklarda yalnız olarak, neredeyse mutluluktan, kederden, meraktan yoksun olarak yürüyorlar, gider gibi görünmeden, gitme amacı gütmeden, yalnızca şuraya değil de buraya yönelerek, yapayalnız ve kalabalık ortasında, hiçbir zaman kendi başlarına yalnız değil de kalabalık ortasında yalnız olarak yürüyorlar.”
Marguerite Duras, Sevgili, sayfa 43”


5 Birkaç kişiden işitince “Saygın Vatandaş” filmine övgüleri, izlemeye karar verdim. Girişte bir yazarın yaptığı etkileyici bir Nobel ödül konuşması var. Bence tüm film bundan ibaret… Sevemedim filmi açıkçası. Karanlık, ham bir yanı var. Doğruyu söylemek gerekirse okumaktan çalınan zamanlara kızıyorum. Gandhi’yi de izledim, fena değildi gerçi ama adamın yaşamını, felsefesini bilen biri için güdük kalıyor. Hep söylenir, iyi romanlardan sinema filmi yaratmak beyhude bir çabadır, diye. Genellikle doğrudur bu saptama. Bazısında durum değişir. Daha önce söz ettim mi bilmiyorum, Eco’nun “Gülün Adı”nı okumadan önce filmini izledim. Hem kitap, hem film başyapıt bence…

Tezer Özlü büyük bir hazla söz ediyor “Sevgili” romanından. Okumaya niyetliydim, böyle olunca daha bir iştahla okudum. Romanın kendi mantığı içinde kimi duygular başka fikirler doğuruyor. On beş yaşında bir kızın, beyazın, Çin’de kadınlıkla buluşması, şehvet içinde, tuhaf bir çevrede ve karmakarışık ahlak ortamında yaşadıkları düşündürücü. Üstelik özyaşam öyküsü izleriyle dolu… Filme alınınca bir anda içi boşalıyor, hatta tiksinti uyandıran bir iticilik hissediyor insan. Oysa yaşamda bu durumlar var ve sanat bu hakikati göstermekle yükümlü. Ben görmek istemiyorum. Ülkenin içinde bulunduğu sapkınlık tartışması da tetikledi belki beni. İzleyemedim filmi, on dakika baktım, kapadım.


6 Tezer Özlü’nün Duras’nın romanından neden etkilendiğini seziyorum. Yerleşik, ikiyüzlü, yıkılası erkek iktidarına yaylım ateş eden, tokat atan, direnç gösteren metinleri yakın buluyor kendine. Bu süreçte hem Türk, hem yabancı çok kadın yazar okudum. Saçmalık bu! Yazarın ne Türk’ü, Japon’u, ne de kadını erkeği olur. Böyle inanıyorum da, bir sınıflama yapmak istedim. Esasen ben yapmıyorum bunu, bazen okur, çoğunlukla eleştirmeciler bu yolu tutuyor. Gerçi hepten yanlış değil. Ben yine de iyi yazar, kötü yazar sınıflamasını yeğlerim.

“Sevgili”de etkili paragraflar var. Altını çizdim bazısının:
“Savaş, çocukluğumun renkleri içinde geliyor gözlerimin önüne. Savaş zamanını abimin saltanat dönemiyle karıştırıyorum. Hiç kuşkusuz ortanca kardeşim savaş sırasında öldüğünden olacak: Daha önce de söylediğim gibi, yürek dayanamayıp durmuştu. Büyük kardeşimi savaş sırasında hiç görmedim sanıyorum. Yaşıyor muydu, ölmüş müydü, o zaman bile bilmek umurumda değildi. Savaşı da tıpkı onu gördüğüm gibi görüyorum, her yana yayılır, her yana sızar, çalar, tutsak eder, her yanda hazır bulunur, her şeye karışır, bedenlere, düşüncelere, uykulara, uyanıklıklara, her zaman, her yere girer, çocuğun bedeninin, zayıf kişilerin, yenik halkların güzelim toprağını ele geçirmenin sarhoş edici tutkusunun pençesindedir, nedeni de kötülüğün orada, kapılarda, tenin üzerinde olmasıdır.
Marguerite Duras, Sevgili, sayfa 55”


7 Salâh Birsel okumak pek keyiflidir doğrusu, şiirlerinden aynı tadı aldığımı söyleyemem, sözcüklere takla attırma ustasıdır o, benzersiz ironi sahibi koca bir yazar. “Yaşlılık Günlüğü”nü yayınladığı zamanı anımsıyorum. İnsan öleceğini, veda edeceğini bilerek nasıl yaşar sorusu yazara göre değil. Asıl soru, kafada onca tasarı varken ölmek zorunda kalmak, zaman dar ve yazmak istenilen çoktur, bu yazarcadır işte. Birsel’e ‘Yahu daha uzun ömrün var, nedir bu yaşlılık günlüğü’ diye, onu teselli eder gibi konuştuklarında: “Yaşlılığı ölünce mi yazacağız” der. Sıkça sorduğu soru da şudur: “Günlük yayınlanmak için mi tutulur yoksa yayınlamamak için mi?”

Bana kalırsa yazarlar ellerinden çıkan her metnin gün ışığına çıkacağını bilir. Elden geldiğince dürüst, cömert davranmış Salâh Birsel kitabında. Yine de denemeci, hatta eleştirmeci tavrını korumuş. Söylendiği zamanları da var elbet. Birsel bir ilginç yanı da, umulmadık isimleri zamanında fark etmesi. Sevim Burak’ın mektuplarında okumuştum, kimseler onunla doğru dürüst ilişki kurmazken Salâh Bey evine gider gelir, söyleşirlermiş. Birsel’in en büyük sıkıntısı yazmaya geç kalmış olmak. Sanırım hakkının verildiğini de düşünmüyor.

24 Mart 1985 tarihinde Orhan Veli’den söz açıyor. Kırk kuşağının büyük şairlerini saydıktan sonra, aradan sıyrılarak, Birsel’in deyimiyle Veli’nin “parsayı topladığını” söylüyor. Orhan Veli’ye kızmış, “kırk kuşağına verdiği hiçbir şey yoktur” diyor.
Şairler arası yarış hep olur, yeter ki iyi okur bulunsun…

Nerde?