Bu genelleşmiş kriz ve çöküş hali içinde, yoksul emekçiler “mutlak yoksulluk” konumuna sürüklenirken orta sınıflar da tarihlerinde hiç olmadığı kadar ciddi bir “aşağı düşme”, proleterleşme ve hatta proleter bile olamama tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar.

Günümüz yoksulluğu üstüne notlar-1: Yoksullara bakış ve devrimci seçenek

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yakın dönemin her biri birbirinden ağır ve birbirini besleyen gelişmeleri, yani faşizm, pandemi, ekonomik kriz alt ve orta sınıfların gündelik hayatına nicedir hâkim olan statükoyu, ritmi ve dili toptan çökertmiş durumda. Bu genelleşmiş kriz ve çöküş hali içinde, yoksul emekçiler (hem kentsel hem kırsal) “mutlak yoksulluk” konumuna sürüklenirken, orta sınıflar da tarihlerinde hiç olmadığı kadar ciddi bir “aşağı düşme,” proleterleşme ve hatta proleter bile olamama tehlikesiyle karşı karşıya geliyor. Ezilenler için gündelik hayatın türlü biçimlerde yaşanan bir olağanüstü hâl rejimi olması zaten bir kural. Küçük burjuvazi de sahip olduğu konfor, tüketim alışkanlıkları, kodlar ve ritüelleri (AVM tavaf etmeden “brunch”lara ve oradan kendi adacığında kendine bir dünya kurmaya kadar) sürdüremeyecek, iktisaden ve siyaseten “artık eskisi gibi yapamayacak” olmanın dehşetini yaşıyor. Bu notlarda, günümüz yoksulluğunun sınıfsal-kültürel ve siyasal yönleriyle ilgili bazı tartışma noktalarına işaret edeceğim. Ama ondan da önce, yoksulluğa bakışları kurcalayacağım.

Yoksullar, her şeyden önce sömürünün nesnesidir elbette. Ama aynı zamanda temsilin de nesnesidirler; konuşturulmaya değmez “lüzumsuz varlıklar” olarak görüldüklerinde de, vekilleri gibi davranıldığında da, konuşturulur gibi yaparken susturulduklarında da. İlkinin yakın dönemde kamuya mal olmuş şahikalarından biri “Fakirler ölsün!” konulu yat videosu ise, bir diğeri yere düşen madenciye indirilen tekme fotoğrafıdır. İkincisi (muktedir) siyasetçinin onlar hakkında konuşurken onlar adına konuşuyor gibi yapmasında kendini gösterir (ki “tüyü bitmemiş yetim hakkından" dem vurmayı bile bırakmış olması ayrıca kayda değerdir). Üçüncüsü ile de medyatik ve sosyal medyatik ortamlarda onlara “ayna tutuyor” gibi yapılırken kendilerinden beklenen dille konuş-turul-malarında karşılaşırız. Yani kapitalist modernlikte yoksulluğu üreten maddi üretim ilişkileri (mutlak yoksulluk durumunda sömürü zincirinden dahi dışlanma) ile temsil ve bakış ilişkileri iç içedir. Zaten sömürüden kurtulmak ile temsilin (ve tabii siyasetin) bizzat öznesi olmak (“sözün, yetkinin, kararın halkta olması”) da birbirinden ayrılamaz.

YOKSULLAR HAYALET GİBİDİR

Yoksulluk görünmez olmak, görülmek istenmemek, görünmez kılınmaktır. Ama aynı zamanda yoksul haliyle küçük düşürülmemek için görülmeyi istemediği halde seyir ve merak nesnesi olmaktan kurtulamamak, görülüp görülmeyeceğini belirleyememektir. Dışarıdan ve yukarıdan bakan gözler için yoksullar hayalet gibidirler: Saydamdırlar, içleri dışları görünür, ışığı geçirirler, karanlıkta kalan şeyleri yoktur. Sahip oldukları şeyler zaten biliniyordur; her anlamda çıplaktırlar, cismani varlıkları yok gibidir.

Ancak içeriden bakan göz için de hayalet olabilirler: Manifesto’da sözü edilen anlamda hayalet. Şimdilik siyaseten sarsmıyor görünebilirler. Yine de en azından hırsız korkusunda, ter kokusu tiksintisinde, emekçinin kirli elleriyle tuttuğu bardağı görünce derhal devreye giren hijyen takıntısında, trafik ışığında arabaya yaklaşan dilencinin tedirgin ediciliğinde ve dahi hizmetçi-gündelikçi kadın fantezilerinde geri dönerler. Ama siyaseten sarsmaları da zorunlu bir olasılıktır: Yalnızca Müslüm Gürses şarkısında olduğu gibi “Yakarsa dünyayı garipler yakar” anlamında değil, “Kurarsa bir başka dünyayı garipler kurar” anlamında da.

Sanki kır yoksulluğu tümden tarihe karışmış gibi “köy edebiyatını” çoktan unutmuş olan Türkiye toplumu, az sayıdaki edebi ve görsel ürün haricinde “yoksulluk edebiyatından" da yoksun hale gelmiştir. (Sahiden, kır yoksulluğunun edebi anlatısı ile Osman Şahin’den sonra karşılaştık mı?) Günümüzde yoksulluk temsilinin iki hâkim “göstereni" medyatik ve akademik söylemlerde başvurulan sayılar-istatistikler ve imajlar-röportajlardır. Elbette ki yoksulluğun ekonomisinin veya daha iyisi ekonomi politiğinin sayılarla veya istatistiki hesaplarla uğraşması gerekir. Ancak böyle bir yoksulluk “bilgisi” onun hakikatinin hakkını tümüyle veremez. Çaresizliklerin, fark yaralarının, çocukları karşısında kolu kanadı kırık kalmanın, başkalarının acıyan bakışlarına maruz kalmanın, başkalarının kendisini muhatap olarak bile almamasının ve dahi bunların türlü türlü özgül ve somut tecrübesinin tablosu veya grafiği çıkarılabilir mi? Ezilenlerin her çığlığı hem tekil ve hem de evrensel bir çığlığın yankılanması ise, sayıların veya eğrilerin soğuk dili onları da soğurup yutmaz mı? Ya peki yoksulluk üstüne çalışan -Althusser’in deyişiyle- “bilim adamlarının kendiliğinden ideolojisi” yoksulluğu, akademik kariyer basamaklarında hızla ilerlerken (bkz. aşağıdaki kronotop bahsi) şöyle bir uğranılan bir durağa veya konferans turizminin malzemesine indirgiyorsa? (Bu soru okumakta olduğunuz metnin yazarının kendisi için de sorulabilir tabii.) Kısacası, bu temsiller yoksulları konuştururken susturuyor olabileceği gibi, dönüp kendine bakmayan ve her türden temsil ilişkisini değiştirmeye yönelmeyen temsiller oldukları sürece, yoksulluğu üreten kapitalist toplumsal ilişkilere sessizce onay veriyor da olabilir.

GÖRMEK DEĞİL GÖRÜŞMEK

Yoksullara bakılır veya bakılmaz. Bakmak bakan göz ile bakılan şey arasında bir özne-nesne ilişkisi kurar. Yoksul olmak, başka şeylerin yanı sıra, bakışın nesnesi olmak da demektir. Dolayısıyla yoksulların “görülmesinin” de yoksulluğu üreten toplumsal ilişkileri yeniden üretmesi pekâlâ mümkündür. Yani görmezden gelmenin ve şefkat, hayırseverlik veya sosyal politika konusu olarak görmenin her ikisi de özne-nesne ilişkisini esasen değiştirmez. “Görüş alanımıza” girmeleri, girenlerin gündelik hayatı için ne kadar kritik ve vazgeçilmez “yardımlar” da sağlasak, kendi başına ilişkiyi bozmaz. Tek sahici seçenek devrimci seçenektir: Dönüp kendine de bakarak, onlarla “gör-üş-mek” ki onlar bakışın -ve haliyle siyasetin- özneleri haline gelsinler. Yoksulları görmek değil, yoksullarla gör-üş-mek. Öznenin tek yanlı bir algısı olarak görmek yerine, ortak-kolektif bir eylem, öznenin nesneleştiği, nesnenin özneleştiği bir karşılıklı ilişki olarak görüşmek. (Kıvılcımlı, Türkçedeki “ş kapısına” dikkat çekmiş ve bir tek kök eylemin sonuna eklenen “ş” harfi ile başka dillerde söz kalabalığı isteyen karşılıklı etkinin, hem dıştan içe hem içten dışa eylemin anlatılabildiğini vurgulamıştı.) Zaten demokrasi de görülmeyenlerin veya bakılanların bizzat görmeleri rejimi olabilir ancak.

Yoksulluk Halleri’nde, yoksulluğun pornografisi üstüne bir not düşmüştüm. Bu pornografik temsilin o zamanki örneklerinden biri İslamcı kanallarda yayımlanan yardım programlarıydı.

Aradan geçen yirmi yılda devleti -başka şeylerin yanı sıra- “sadaka aygıtına" da çeviren İslamcılığın kamerasının “yokluğun yuva kurduğu kentin yoksulluk çıkmazı sokaklarında yola düşmek” [1] gibi bir derdi kalmamıştır elbette. Zaten “Eyüp peygamber gibi sabırla sınanmış, imtihan edilmiş, hayatını isyansız bir tahammül ve tevekkülle doldurmuş”[2] yoksulları ağır çekim gözyaşları ile resmetmesi nicedir muktedir olarak onun için mümkün de değildir artık.
Çocuklarının bakmadığı yaşlı ve yoksul bir insanın, çocuğunu tedavi ettiremeyen bir babanın veya beş parasız olan bir üniversite öğrencisinin imdadına ak sakallı dedeleri yetiştirerek ve kötülere kabir azabı çektirerek kapitalizmin yarattığı sancıları ve çelişkileri ahlakileştiren, maneviyat sorununa indirgeyen ve mistik bir hayali çözüme kavuşturan televizüel hikayelere de artık ihtiyaç yoktur. İslamcılığın kapitalizmle mutlu evliliği ve “tehlikelere" karşı kendinden emin hissetmesi, Hızır kılığına bürünme ihtiyacını bile çoktan unutturmuş ve onun yerini ekonomik kriz karşısında halka “tabağı küçültmeyi” veya “soğan ekmek yemeyi” vazeden pervasız bir arsızlık almıştır. Zaman ipek başörtülü kadınların altın varaklı taht taklitleri ile dolu evlerindeki kuş sütü eksik sofraları görücüye çıkardıkları veya “iman sahiplerinin” “Geçinemiyoruz!” diyen insanlarla alay ettikleri videolar çekme zamanıdır! Dolayısıyla, onun dilindeki yoksulluk acıklı veya gözü yaşlı biçimiyle pornografik olmaktan bile çıkmıştır.

DEVRİMCİLERE İHTİYAÇ VAR

Devrimci dildekini bir tarafa koyarsak, günümüz yoksulluğu asli olarak politik pornografinin nesnesidir: Siyasal duyguları kışkırtan, yalnızca bakan öznenin siyasal arzusuna karşılık geldiği ölçüde anlamlı olan, olanca çıplaklığı ile ve her daim kendini sunmaya hazır bir (vurguyla, tek bir) beden - ister yandaş şirketlere ihale edilmiş gıda kolilerinin ve kömür torbalarının dağıtılması veya çay paketlerinin fırlatılması görüntüleri olarak olsun, isterse de iktidarın müstehcen yüzünü göstermenin aracından ibaret olduğunda olsun. Halk Ekmek kuyruklarına “mizansen” diyen muktedir ile “kuyruk var” diyen meslekten siyasetçi bu dışsallıkta buluşur. İlkinin arsızlığı ve sinizmi ile ikincisinin araçsalcılığı arasındaki mesafe çok da uzun değildir: İkincisi bu sözü söylerken kendisini ileride bekleyen ikbalin hayalini kurduğu, sözünü ettiği manzara birazdan oturacağı sofrada kursağından lokmanın zor geçmesine neden olmayacağı ve dahası bir sonraki sahnede o çıplak bedenlerin kanını emen sermayedarlarla veya işverenlerle tatlı bir sohbete girişebileceği için. Tam da bu yüzden, yoksulluğu yüreğinde hisseden devrimcilere ihtiyaç vardır; yani, Marx’ın deyişiyle, “bu kadar çok sesli türküde eksik olan yüreğin sesini” dillendirenlere.[3]

Benjamin Berlin’deki çocukluğunu anlatırken, yoksulların yalnızca dilenciler olarak var olduklarını düşündüğünü, sefalet ücretiyle çalışma rezilliğindeki yoksulluğu ilk defa fark etmenin bilgisinde büyük bir ilerleme olduğunu söylemişti.[4] Türkiye toplumunun “duyarlı” orta sınıf mensuplarının halinin de onun çocukluğundan pek farklı olmadığını söyleyebiliriz: Yoksulların çöpte atık karıştıran veya trafik ışıklarında arabaya yanaşan insanlar oldukları imajı.

Sınıf karşılaşmalarının meslekten siyasetçinin pratiğindeki baş kronotopları[5] mekânda harekete indirgenmiş bir zamanda “şöyle bir uğranılan” dükkân önü, yoksul evine kurulmuş yer sofrası veya kahvehanedir. Orta sınıfların gündelik hayat pratiğinde yoksullarla karşılaşmalarının günümüzdeki baş kronotopları ise gündelikçi kadının zile bastığı kapı önü, trafik ışıkları ve çöplüklerdir. Her durumda, mekânda hızla akarken, yani geçip giderken bir an için yoksulları gören ve görmeyen (arabada başını çeviren, acıma duygusuyla fotoğraf çeken) ve her iki durumda da az sonra o “imajı” geride bırakacak olan gözler vardır.
Yani Yoksulluk Halleri’nde tartıştığım, orta ve üst sınıfların yoksullar ve genel olarak alt sınıflarla kurdukları ilişkinin gözmerkezli ve “duymadan bakmaya” dayalı karakteri haliyle devam ediyor. Ancak yeni biçimler de kazanıyor. Tam da bu açıdan sözünü ettiğimiz kronotoplara sosyal-medyatik kronotopu da eklemek gerek. Zira yoksullara bakan gözün yeni baş ortamı sosyal medyadır. “Halk diyarına yapılan yolculukların" buralarda kendini gösteren yeni biçimleri de gösteriselleşmeye dayanıyor. Yoksulluk gösterisi, Debord’un kavramıyla “gösteri toplumunun" bir parçasıdır. Gösteri de “sermayenin imaja dönüşecek ölçüde birikmiş hali” olduğuna göre, sermayenin hükmünün maddi olarak yoksullaştırdığı insanlar, bir de onun imaj olarak hükmünü yaşıyorlar demektir.

***
[1] Deniz Feneri, Kanal 7, 16 Kasım 2003.
[2] Kimse Yok mu, Samanyolu TV, 11 Şubat 2004.
[3] Fransa’da Sınıf Savaşımları: 1848-1850, Sol Yayınları (Ankara, 1988), s. 103-4.
[4] Selected Writings, Volume 3: 1935-1938, The Belknap Press of Harvard University Press
(Cambridge, 2002), s. 404.
[5] Bakhtin’in edebi anlatılardaki zaman-mekân bağına ve birliğine işaret eden kavramı.