Yoksulların gözleri Ranciere’in öğrettiği gibi, “düşünenler” ve “yapanlar” ayrımını geçersiz kılan düşünceli gözlerdir de. Onların gözlerinden etrafa -dağınık, karmakarışık, çelişkili ve tutarsız da olsa- ışıkları saçılır. Yoksul bakışı içerden dışarı bakan bir bakıştır.

Günümüz yoksulluğu üstüne notlar-2: Bana bakma, bana gel

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yoksul ve genel olarak alt sınıf dünyaları Youtuber için de, onun takipçisi için de “temaşa sanatına" konu olabiliyor. Sanayideki veya kenar mahallelerdeki ucuz tostçunun tost yapması ve onun tostunu yiyen çıraklar seyirlik olduğu gibi, Diyarbakır sokaklarında çalışırken paylaşımcılıkları ve yardımseverlikleri “sosyal deneye" tabi tutulan Kürt çocuklar da seyirliktir. Anlatının vurgusu onların beslenmelerinin niteliğine veya insanlıklarına değil, beslenme hallerini veya insanlıklarını göstermeyedir. İnsanlık seyri de nihayetinde bir seyirdir ve insanı düpedüz şeyleştirdiği ölçüde hiç de insani değildir!


“Girilmez denen yere girdim” diyerek Çinçin’de (Ankara) veya Hürriyet Mahallesi’nde (Adana) dolaşan Youtuber’ları düşünelim. Fay Kirby, Halkevleri’nin 1930’larda düzenlediği köy gezilerine katılan bürokratları “Afrika’nın karanlık köşelerini keşfe çıkan yabancı turistler”e benzetmişti. “En tehlikeli mahalleleri” ziyaret eden ve hatta buralardaki “kekoları” oyuna getirerek kendilerine saldırmaya kışkırtan Youtuber’lar için de aynı benzetmeyi kullanmak mümkün. Ancak arada ciddi bir fark var: “Kemalist seçkinlerin" kendilerine yükledikleri “toplumsal sorunu" çözme (uygarlaştırma ve kalkındırma) misyonunun yerini burada “takipçi çekme” (şöhret ve para kazanma) kaygısı almıştır. Yılmaz Güney’in 1970’lerde yazdığı değme sosyoloğa taş çıkartan Çinçin anlatısı ve lümpen proletarya ile devrimci hareket arasındaki temas-temassızlıklar derdi sahipsiz kalmıştır elbette.[1] (İnterneti olmayan Çinçinliler’in izleyemediği Yolunda A.Ş. dizisi için de Çinçin, yakın dönemin sığ komedi modası kapsamında “farklı” bir eğlence malzemesinden ibarettir. Çinçin’in kentsel dönüşüme tabi tutulmasının sonuçları ve Çinçinliler’in kaybolup giden dayanışma ve yardımlaşma ilişkilerinin ardından nostaljik ağıtlar yakmalarının sesini de, Özgür E. Arık’ın arabayla dolaşırken rastlanan insan imajlarına kısa kısa dokunan belgeselini[2] saymazsak, ne kadar gösteri mantığına yaslansa da, yine kimi Youtuber videolarında bulabiliyoruz ancak.) Bu bahis ise bizi “Kayıp Halk” yazısındaki tartışmaya götürüyor.[3]

DÜNYANIN LÜZUMSUZLARI

Eleştirel-devrimci bir perspektifle üretilen imajları ve anlatıları hariç tutarsak, çöplüğü karıştıran veya pazarda atık meyve sebze toplayan insan fotoğrafları veya yoksullarla yapılan röportajlar da dışsal ve yukarıdan bir gözü ve kendine seyirlik bir nesne arayan bakışı veri alıyor. (Agnes Varda’nın unutulmaz olan “Atıkçılar ve Ben” belgesellerinin atıkçılara dair nasıl başka -ve kendine de dönen!- bir görsel üretimin mümkün olduğunu, Dardenne Kardeşler’in de “dünyanın lüzumsuzlarının” yanı başında veya hemen omzunda duran bir gözle nasıl farklı bir sinema dili geliştirilebileceğini gösterdiklerini vurgulayalım.) Vaktiyle “Apaçiler” bağlamında kısaca tartıştığım alt sınıf insan imajlarının horlama için kullanılmasını geçelim, fotoğrafta veya sokak röportajlarında karşılaştığı yoksul imajlarını ister onların rejime verdikleri desteği “görmek” için olsun, isterse de rejimin onları mahkûm ettiği sefil hayatın acıklılığını “görmek” için olsun, her halükârda kendi söyleminin malzemesine indirgeyen bir göz söz konusudur. Bu sosyal medyatik kronotopta da mekânda hızlıca hareket ederken bakan gözler vardır. Bu açıdan, üreticisi ile tüketicisi aynı perspektifi paylaşmaya meyleder. Yoksul, bakan öznenin günlük imaj tüketiminin nesnelerinden biridir sadece. Az sonra heyecanlı bir Netflix dizisi seyretmeye oturacak veya yağmurda çamurda zaman kaybetmemek için hayatını tehlikeye atarak motosiklet süren kuryelere yemek siparişi verecek bir öznedir bu. Kuşkusuz “sosyal adalet” fikrine sahiptir ve fakat onun için fikirler yalnızca söylenmek için vardır. Hem zaten “popülizm yapmanın” alemi de yoktur!

TEPEDEN BAKANLAR

(Ona göre neyin alemi olduğu ise muammadır. Bu bakışın sahibi kendini alt sınıflardan ayrı tutan ve fakat aslında kendisi de “eğitimli” ve “maaşlı kitlelere" dahil olan bir öznedir çoğu zaman. Tam da bu noktada, Siegfried Kracauer’in Weimar Almanya’sında “maaşlı kitlelerin" proletaryadan farklı olarak “ruhen evsiz” olduklarını, “doktrinleri olmadan yaşadıklarını,” “dünyaya ilişkin daha yüksek bir anlamın yokluğunun metafizik acısını çektiklerini” ve kültür endüstrisinin onlara sağladığı “sığınağa” kendilerini attıklarını söylemesi akla geliyor. Sahiden de yakın dönemde özellikle beyaz yakalıları saran -dijital platformlarda dizi seyretme merakında olduğu gibi- “imajların büyüsünün" gerisinde, Kracauer’in dediği gibi, “büyük kentlerde günlerini yalnız geçirmenin” yanı sıra ve ötesinde “ölümden ve devrimden kaçış” gibi bir yan da yok mu?[4])

Tam da bu noktada, yaşanan krizin bu özneyi yoksullara başka bir gözle bakmaya zorladığını da vurgulamak gerek. Nitekim 2009 krizinden sonra yaşanan beyaz yakalı işsizliğini inceleyen Boşuna mı Okuduk? için yaptığımız görüşmelerden birinde, işinden atılan bir banka çalışanı olan Zeynep, daha önce sokakta karşılaştığı yoksullara “kendi suçları” gözüyle bakarken, işinden atılacağını anladığı günlerde trafik ışıklarında mendil satan bir kadını görünce birden ağlamaya başladığını anlatmıştı: “Yaşam uçurumunun tezatı, mendil satmayacak olsam bile beni o mendil satan kadın ile özdeşleştirmişti.”[5] Şimdiki krizin yarattığı ve öncekinden katbekat daha ciddi olan “uçurumdan aşağı düşme” tehlikesi, beyaz yakalıları yoksullarda kendi olası geleceklerini görmeye itecek görünüyor. Bu bakışın dehşet duygusuna mı, ortaklık duygusuna mı bağlanacağı ise toplumsal-siyasal mücadelelerin seyrine bağlı.


HAKİKİ BAKMAK

Yukarıda sözünü ettiğimiz dışsal bakış, baktığı gözlerden karşılık beklemez, karşılık bulmak gibi bir dert de taşımaz. Ne var ki hakiki bakış ancak bak-ış-ma olabilir; aynı zamanda geri, kendine de dönen bir bakış. Yani yoksullara bakan veya yoksulları seyreden sosyal-medyatik bakışın kendisi yoksul bir bakıştır çünkü bu bakma eylemi onun bağlanabileceği dokunma, karşılıklı konuşma, alışverişe girme gibi diğer insani-toplumsal eylemlerden yoksundur. (“Dokunmadan bakmanın burjuva toplumsallaşmasının temeli olduğunu” Walter Benjamin söylememiş miydi?) Dahası kendine dönmeyen bir bakış olduğu ölçüde imkânlarını kullanmaktan da yoksundur. Yoksullara bakışın nasıl geri dönebildiğinin güzel bir anlatısı Rosellini’nin Europa 51’inde bulunabilir: Burjuva bir kadın olan İrene, çocuğunun ölümünün travmasını atlatmasına yardım etmesi için komünist kuzeni tarafından Roma’nın yoksul mahallelerine götürülür. Orada karşılaştığı dünyalara “bakma” ve “hayır hasenat” ile sınırlı kalmayıp, bakışı kendi dünyasına doğru tersine çevirdiği veya geri döndürdüğü zaman artık eskisi gibi yaşayamaz. Yakınları aklını kaybettiğini düşünerek onu tımarhaneye kapatırken yardım ettiği yoksullar için azize haline gelmiştir.

Sözünü ettiğimiz bakıştaki dışsallık, burada konumuz olmayan dinamiklerin ürünü olarak, solun alt sınıflarla ilişkisine de sirayet etmiştir ne yazık ki. Yoksul mahallelerini, maden şirketinin göçüğe gömdüğü madenci ailelerini veya fabrika önünde eylem yapan işçileri kısa bir süreliğine ziyaret etmek, bu ziyareti fotoğraflayıp sosyal medyada paylaşmayı ihmal etmemek ve ardından da bir daha oraya dönmeden geçip gitmek tipik bir durum değil midir? (Meslekten siyasetçi sosyal demokrat tokalaşmalarını ve bunların fotoğraflanmasını hesaba bile katmıyorum. Mihail Bakhtin’in kapı önü ve eşik kronotopu dediği edebi kronotopun “bize özgü” siyasal bir karşılığıdır bu.) Bu “temas” yukarıda sözünü ettiğimiz kronotoplarla aynı kodları sergilemez mi? Anlık, mekânda hareket ederken “eğleşilen” karşılaşmalar. Biliyoruz ki, bunu yapmayan ve gerçekten orada kalan, gerçekten oraya tekrar tekrar dönen, bu temasın muhataplarıyla hemhal ve hemdert olan devrimciler de vardır. Ki onların yaptıkları başkalarına “çılgınlık” gibi görünür; tam da İrene’in ailesine çıldırmış gibi görünmesi gibi. Çünkü “normal insan,” görse de nihayetinde kendi hayatının statükosuna geri dönen insandır. Yani aynı zamanda başkalarına çılgınlık gibi görünmeyen devrimcilik yoktur.

YOKSULLARIN GÖZLERİ

Yoksulların da gözleri vardır. Bazen açlıktan gözbebekleri büyür, yorgundur, yaşlıdır veya öne eğiktir ama bazen da delicidir ve bakanı ürpertebilir. Benjamin “Sanat bize nesnelerin içine bakmayı öğretir. Halk sanatı ve kiç ise nesnelerin içinden dışarıya doğru bakmamızı sağlar” demişti.[6] (Alt sınıfların tarihsel ikonu olan -ve benim de bir vakitler hakkında üç beş kelam ettiğim[7]- “Ağlayan Çocuk” resminin büyüsü de burada saklıydı bana göre.) Yoksul bakışının deliciliği belki de bundan, yani karşısındaki resmi seyreden insanın değil de, resimdeki insan olup kendisini seyredene bakan insanın bakışı olmasındandır. Öyleyse diyebiliriz ki, yoksul bakışı dışarıdan içeri değil, içerden dışarı bakan bir bakıştır. Onun da bir kronotopu vardır: Değişmesi veya üzerinde hareket edilmesi hiçbir şeyi değiştirmeyen, yani “ha orası, ha burası” olan mekânda yaşanan bir deja vu, “o zaman da böyle, bu zaman da böyle” olan bir olağanüstü hâl.

Dahası bu gözler, dışarıdan bakanın hep görmek istediği gibi yalnızca ağlak ve kederli de değildir. Gülen, sıcaklığıyla sarabilen, dokunabilen gözlerdir de. Karşısındaki gözleri kolladıkları, onlarda açık aradıkları, onlara hınçlandıkları da olur. Yani yoksullar neşeleriyle, şakalarıyla, aşklarıyla, özlemleriyle, kurnazlıklarıyla, öfkeleriyle de vardırlar. Erişebilen yoksulların sosyal medyası olan Tiktok videoları bunu göstermiyor mu? Yukarıda sözünü ettiğimiz gösteriselliği paylaşsa ve egemenlerin gırtlağıyla konuşmaya meyletse de, o videolarda ezilenlerin kendilerine -geleneğin dilinden farklı bir- dil bulma ve dolayısıyla da özneleşme arayışlarının sancıları da gömülü değil mi?

Yoksulların gözleri Jacques Ranciere’in bize öğrettiği gibi, “düşünenler” ve “yapanlar” ayrımını geçersiz kılan düşünceli gözlerdir de. Onların gözlerinden etrafa, “felsefenin folkloru olarak ortak duyu” veya “sokaktaki felsefenin" -dağınık, karmakarışık, çelişkili ve tutarsız da olsa- ışıkları saçılır. Nitekim okuduğunuz bu geveze metnin meramını, hayatının epeyce bir kısmını sokakta yaşayarak geçiren 65 yaşındaki Alaattin Arslan dört sözcükle anlatabilmiştir: “Bana bakma, bana gel.”[8]

[1] Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Güney Film (İstanbul, 1977).

[2] X, 2008, https://vimeo.com/203338916.

[3] Birgün, 29.09.2020, https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297.

[4] The Salaried Masses: Duty and Distraction in Weimar Germany, Verso (Londra, 1998), s. 94. Ayrıca bkz. The Mass Ornament: Weimar Essays, Harvard University Press (Cambridge Mass., 1995), s. 129.

[5] Bkz. A. Bora, “‘Çalışmakla Var Olacağım Gibi’,” T. Bora vd., “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim Yayınları (İstanbul, 2011), s. 132.

[6] “Some Remarks on Folk Art,” Selected Writings, Volume 2, 1927–1934, The Belknap Press of Harvard University Press (Cambridge, 1999) içinde, s. 278-80.

[7] “Ağlayan Çocuk… Gerçekleşmeyen Hayallerimizin Sembolü,” Birikim, No. 124, 1999, s. 39-41.

[8] “Burada tartıştıklarımdan farklı temsillerin de mümkün olduğunu gösteren ve başlığı kendisinden aldığım şu belgeselde:, “Evsiz olmak: Sokakta yaşamak | ‘Bana bakma, bana gel’