Anlamlı/manalı ve önemli/ehemmiyetli her şeyin içini boşalttılar. Ha bire maruz kaldığımız şey goygoyculuk; boşu boşuna, gereksiz yere çok konuşanlar. Ayrıca goygoyculuk mecaz anlamıyla dilencilik de demek, çaresiz insanların kendileri karşısında hep dilenci olması peşindeler.

Bilgisayarın başına oturunca bu goygoycular yüzünden manalı/anlamlı ve ehemmiyetli/önemli bir mevzu bulamadım, iyi mi? On beş yıl önce “Günün mana ve ehemmiyetine dair bir yazı” başlığıyla dediklerimi hafiften güncelleyerek tekrarlamayı tercih ettim.

Küresel düzeyde yüzyılın pandemi felaketi. Ekonomik kriz. Bir türlü bitmeyen cehennem sıcakları... Ama bir günlüğüne boş verelim kasveti filan şimdi.

Şöyle bir oturduğunuz yerde geriye kaykılın; gerinin ve parmaklarınızı çıtlatın. Sonra Orhan Veli’nin “Pireli Şiir”ini terennüm edin... Bilmiyor musunuz? Buyurun okuyun: “Bu ne acayip bilmece? Ne gündüz biter ne gece. Kime söyleriz derdimizi; ne hekim anlar ne hoca. Kimi işinde gücünde, kiminin donu yok kıçında. Ağız var, burun var, kulak var; ama hepsi başka biçimde. Kimi peygambere inanır; kimi saat köstek donanır; kimi kâtip olur, yazı yazar; kimi sokaklarda dilenir. Kimi kılıç takar böğrüne; kimi uyar dünya seyrine; karı hesabına geceleri, gündüzleri baba hayrına. Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak; yedi nüfuslu haneye üç buçuk tayın yetecek? Karışık bir iş vesselam. Deli dolu yazar kalem. Yazdığı da ne? Bir sürü ipe sapa gelmez kelam.”

Tavsiye ederim, bu şiirden sonra parmaklarınızı bir kez daha çıtlatın. Belki şunu da bilmezsiniz: Aslında çıtlayan eklemler değilmiş, eklem boşluklarındaki yağ içinde hava kesecikleri oluşurmuş, eklem yerleri büküldükçe bu kesecikler patlarmış. Yani aslında çıtlama değil patlama demek gerekirmiş. Bunu bilince, çevremizde bizce çıtlama kabilinden küçük işlerin, hakikatte birer patlama olduğunu da anlayabiliriz. Ya da başkalarına çıtlatmayınca, yani içimizi döküp dertleşmedikçe, kendi iç dünyamızdaki patlamalardan da kimsenin haberi olmayacağını biliriz. İşte böyle çatlamalar, patlamalar arasında debelenip dururuz. Adına yaşamak dedikleri bir hadisede...

Okumuş yazmış kesim ‘umut’ demez de ‘ütopya’ filan der... Nasrettin Hoca da adı üstünde, okumuş yazmış adam, bana kalırsa vakti zamanında o da böyle demişti. Gelin size Nasrettin Hoca’nın başından geçen bir olayın perde arkasını anlatayım: Hoca bir gün Akşehir Gölü’nün kenarında yoğurt yemiş, karnını doyurmuş, sonra da gölde yoğurt kabını ve kaşığını yıkıyormuş. Tam o sırada oradan geçen bir akıl dane Hoca’ya ne yaptığını sormuş. Fesuphanallah! Hoca kabını kaşığını yıkadığını gördüğü halde ne yaptığını soran adama şimdi hangi anlamlı cevabı versin ki? Saçma soruya elbet saçma cevap verilir: “Görmüyor musun? Göle maya çalıyorum be kardeşim!” demiş. Adamın ezberi bozulmuş elbette, “Aman Hocam, göl hiç maya tutar mı?” diye saçmalamaya devam etmiş. Hoca da “ya tutarsa!” demiş. Der elbette. Başka ne desin ki?

Zaten ne etsek, ne desek yine de şu devranda hakikaten göle maya çalmak gibi algılanmıyor mu? Misal, BirGün gazetesine bile bu gözle bakılmıyor mu? Göle çalınan maya bir tutsa! Arzularımız, şimdi saçma ve beyhude gibi görünen ütopyalarımız, saçmalamak korkusuyla bastırılmasa, yani biz güzelliklerin mayasını elimizden bırakmasak, fena mı olur? Ütopya nedir ki? Göle maya çalmaktır ya da gölden maya çaldırmamaktır; ama kesinlikle mayadan çalanlara çırpanlara itiraz ederek yaşamaktır.

Söz yoğurttan açılmışken; ayrandan söz etmemek ayıp olur. İki fare ayran küpüne düşmüş, farelerden biri “tamam” demiş, “ölüp gideceğim, kurtulmak imkânsız!” Pes etmiş ve küpün dibinde boğulmuş kalmış. Diğeri “hayır” demiş, “mutlaka kurtulacağım!” Ve devam etmiş çırpınmaya, debelenmeye... Ayranın içinde debelendikçe haliyle bir yağ topağı oluşmuş ve bizim devrimci fare yağ topağına tutunarak küpün ağzına gelmiş ve kurtulmuş.

Kıssadan hisse: Merak etmeyin, gün gelecek, devran dönecek. Orhan Veli’nin emekçi pireleri de savaşmasını öğrenince, faşizmin ve kapitalizmin kuduz itlerini canından bezdirecek...