Yazar Irmak Zileli’nin On8 Yayınevi’nin blogundaki Bozuk Saat köşesi aynı yayınevinin etiketiyle bir kitaba dönüştü. Kitabın tanıtım bülteninde yer alan “Durmuş bir zamanın müebbet bekçiliği…” lafı çok hoş. Gerçekten de öyle, Zileli bozuk bir meydan saatinin gözüyle sokağın ve insanın şahitliklerini anlatıyor. Irmak Zileli ile Kadıköy’de buluştuk, kitaptan hareketle ötekiler ve zaman kavramlarını konuştuk. • […]

Gürültü bağırarak protesto edilmez

Yazar Irmak Zileli’nin On8 Yayınevi’nin blogundaki Bozuk Saat köşesi aynı yayınevinin etiketiyle bir kitaba dönüştü. Kitabın tanıtım bülteninde yer alan “Durmuş bir zamanın müebbet bekçiliği…” lafı çok hoş. Gerçekten de öyle, Zileli bozuk bir meydan saatinin gözüyle sokağın ve insanın şahitliklerini anlatıyor. Irmak Zileli ile Kadıköy’de buluştuk, kitaptan hareketle ötekiler ve zaman kavramlarını konuştuk.

• Her şeyin dört dörtlük ve düzgün olmasının dayatıldığı bir düzende ‘bozuk’ kavramının da kendince bir anlamı var mı?

Kuşkusuz var. Siz “düzgün”, “dört dörtlük” dediniz, ben “normal” kavramıyla açıklayayım. Sistemin kurgulayıp önümüze koyduğu bir “normal”e uygun yaşamaya çalışıyoruz. Bozuk bir saat normal (olması gerektiği gibi) çalışmıyor demektir. Normalde saatten beklenen tıkır tıkır işlemesidir, saat geri kaldığında, ileri gittiğinde, durduğunda onu düzeltmesi için tamirciye götürürüz. Normal insan işini çok düzgün (ondan beklenildiği gibi) yapar, normal öğrenciden belli hızda öğrenmesi istenir. Yavaş öğrenen çocuk norm dışı addedilir. Aile okul görüşmesine çağırılır, ‘Çocuğunuz normal değil’ denir. Sistem hiçbir zaman kendini sorgulamaz, aksayan bir şey varsa bu hep insanlar norm kabul edilene uymadığı içindir. İşte kitaptaki bozuk saatin bozukluğu bize “normal” kurgumuzda, her şeyin hep çok düzgün işlemesi gerektiğine olan yüksek inancımızda bir problem olabileceğine işaret ediyor. Okurun şu soruyu sormasını umuyorum: Bozukluk kimde? Saatte mi, saatin nabzına girdiği insanlarda mı, yoksa o insanları bir kurguya hapseden toplumsal düzende mi? Ne de olsa Bozuk Saat nabzında bir anormallik sezdiği varlıkların hikâyesini anlatıyor bize. “Ne oldu da nabız atışları bozuldu?” diye merak ediyor. Bu merak ve etkilenme sonucu o da bozuluyor. Bozuk Saat’in bu bozuluşunun bir diğer anlamı da ötekinin duygularından etkilendiğimizde duygularımızın, düşüncelerimizin ritmik ve düzenli akışının bozulabileceği ama bu bozulmanın o kadar da fena bir şey olmayabileceği üzerine bizi düşündürmesi.

• Buradan hareketle belki iki şey daha açabiliriz; zaman kavramı ve ötekilik. Önce zamanla başlayalım. Zamanın mekanik bir anlamı var: Zaman işler, gün olur, gün başlar, gece biter… Sizdeki karşılığı nedir?

Bakın nasıl da mekanik bir şekilde sıraladınız. Gün olur, gün başlar, gece biter… Zamanın böyle düz ve çizgisel şekilde aktığını ezberlemişiz sanki. Bu ezber olacak ki, sabah olur kalkarsın, işine gidersin, öğlen belli bir saatte yemek yersin gibi kurallar dizisine de tabi olasın. Bir animasyon film izlemiştim. İnsanlar sabah uyanıyor, otomatik olarak hazırlanmaya başlıyor, duygusuzca ve hiçbir aşamayı atlamadan -yüzünü yıka, dişini fırçala, giyin, evden çık, aynı otobüs durağından aynı otobüse bin- işlerine gidiyorlardı. Aynı filmin devamı mıydı emin değilim ama bir binanın içine giren insanlar arka kapıdan, -kıyma makinesiyle görsel olarak benzerlik kurulmuştu- robotlaşmış olarak tek sıra halinde çıkıyorlardı. O binaya ister okul deyin, ister fabrika, ister devlet dairesi. Bu saydığım yapıların hepsi verili bir zaman algısı üzerine kuruludur. Zamanın tek bir işleyiş biçimi olduğu düşüncesi onu istediğimiz gibi kullanamayacağımız fikrini yerleştirir. Yani sabah olunca kalkılır, kahvaltı yapılır, işe gidilir. Oysa bazı insan vardır gece yaşar, bazı insan vardır gündüz yaşar. Ama bize gündüz dayatılır. Bütün toplumsal yaşam buna göre düzenlenir, iş hayatı buna göre düzenlenir. Biyolojik saati gece daha iyi işleyen bir insan için pek azdır seçenekler. Toplumsal düzeni bozalım; herkes kafasına göre istediği saatte işine gitsin demiyorum elbette. Fakat bu tekdüzeliği kıracak şeylere ihtiyacımız var. Toplumsal düzenin de bu kırılmalara daha açık hale getirilebileceğine inanmak istiyorum.

• Sanat bize zamanın algısının yitirildiği anda, ne vaadediyor?

Sanat tam da o zaman algısını yitirmemizi sağlıyor öncelikle. Verili zamanın dışına çıkmanın imkânını sunuyor. Okuduğumuz bir hikâye sayesinde başka bir zamana geçiş yapabiliyoruz. Hatta başka bir mekâna da. Edebiyat bir bakıma zaman makinesidir o yüzden. Gerçeklikte gidemeyeceğimiz bir zamana fırlatabilir bizi. Bunun için illa ki bilim kurgu ya da tarihi roman okumamız gerekmiyor. Aynı zamanda, aynı dönemde geçen bir hikâye de olsa okurken o karakterin zamanına atlarız, dolayısıyla kendi zamanımızdan kopmuş oluruz. Aynı çağda geçse bile hikâye, başka bir mevsimde geçiyordur sözgelimi. Ya da günün farklı saatlerini deneyimleriz ama iki saatte bitiriveririz kitabı. Akan zamanın içinden bir dal çıkarmış oluyoruz kitap okurken. Yaşadığımız gerçek zaman dallanıp budaklanan bir ağaca dönüşüyor. Sadece zaman açısından değil aslında mekânsal olarak da aynı şey oluyor. Belki de hiçbir zaman ziyaret edemeyeceğimiz başka bir ülkeye gidebiliyoruz edebiyat sayesinde. Hiçbir zaman karşılaşamayacağımız insanlarla karşılaşabiliyoruz. Ne düşündüğünü bilme imkânımızın olmadığı insanların zihnine giriyoruz. Kendi evimiz, akrabalarımızın ya da arkadaşlarımızın evleri dışında seçenekler yok yaşamımızda. Okuduğumuz kitaplar sayesinde hayatımızda hiçbir zaman karşılaşamayacağımız insanların evlerine girmiş oluyoruz. Bütün bunların hepsi aslında müthiş bir deneyim zenginliği. Sanat ve edebiyat zamansal ve mekânsal olarak bize deneyim zenginliği getiriyor.

• Bu bir nevi tanrısallık aynı zamanda değil mi?

Ben tanrısallık demezdim. Tanrısallıkta biraz hegomonik bir anlam da var. Burada daha çok bir tanıklık var, eli kolu bağlı bir tanıklık bu. Bozuk Saat’in nabzına atladığı insanların hikâyelerinin akışını değiştiremeyişini düşünelim. Hatta romanda hatırlarsanız Bozuk Saat de imkânsızlığıyla yüzleştiğinde epey canı sıkılıyordu. Hepimiz tanığı olduğumuz hikâyelere bir parça da müdahil olabilmek istiyoruz ama tanrısal bir kudretimiz olmadığı gerçeğine çarpıyoruz eninde sonunda. Yakın bir arkadaşımızın yanlış yaptığını görebiliyoruz ama ona fikrimizi söylesek bile yolundan döndürme gücümüz yok. Gerçek hayatta bu durumu kabullenmek daha zor. Kurgusal dünyada, bir roman okurken ya da film izlerken belki de bunu kabul etmeyi de öğreniyoruz. Annem küçükken Heidi çizgifilmini izlediğim bir anı anlatmıştı. 3-4 yaşlarında olmalıyım. Heidi iki yoldan birini seçecek. Birinden giderse iyi, ötekinden giderse kötü sonuç olacak. Ben televizyonun karşısında tepiniyormuşum “Şuradan git şuradan git!” diye. Sonuç ne oldu bilmiyorum ama bu küçük deneyim de gösteriyor ki hepimiz aslında tanığı olduğumuz hikâyelerin kahramanları üzerinde bir yaptırımımız olamayacağı gerçeğini kabulleniyoruz. Bu bizi tanrı kompleksinden ve kibirden koruduğu için hiç kötü bir şey sayılmaz. Üstelik Bozuk Saat hem bir hikaye anlatıcısı olarak yaşıyor bu yüzleşmeyi. Demek ki kendi kurduğumuz hikâyelerde bile böyle bu. Karşılaştığımız karakterler bizim canımızın istediği gibi hareket eden kuklalar değil. Edebiyat okuru olmak hayatta karşılaştığımız karakterlerin de öyle olmadığını öğretiyor bize.

• Az evvel ikiye ayırmıştık ya meselenizi, hem zaman hem ötekiler. Öteki kavramı sizde nasıl bir karşılığa sahip?

Öteki olmadan insan kendini tanıyamaz. Uzay boşluğunda bir başına olsak, hiçbir başka varlıkla karşılaşmasak, diyelim öyle yoktan var olduk, bizi doğuran bir anne de yok, kendi varlığımızdan haberimiz olamazdı. Dolayısıyla bu en basit gerçekten hareket edersek kendimizi tanımamız için ötekine ihtiyacımız var. O halde öteki dediğimiz, yabancı saydığımız kişi/varlık aslında bize o kadar yabancı değil. O bizim aynamız. Bize bizi gösteren bu aynaya muhtacız. Öte yandan ne kadar başkasına ihtiyacımız olduğunu bilsek de o başkasını kendimize benzer olanlardan seçme eğilimi gösteriyoruz. Çünkü farklı olan bizim kendimizi daha çok sorgulamamıza, eleştirel bakış geliştirmemize yol açıyor. Bu da rahatsızlık verici bir durum pek çoğumuz için. Çatışmasız ilişkileri tercih ediyoruz. Uzlaşı olsun, herkes birbirini onaylasın, gül gibi geçinip gidelim! Aman maraz çıkmasın. Sorgulamadan hoşlanmadığımız için kendimizden farklı olanla aramıza duvarlar örüyoruz. Bunun en kolay yolu da norm kabul edilen tarafa (bu da çoğunlukla iktidar demek) kendimizi iliştirerek, norm dışı konumda olanı ötekileştirmekten geçiyor. Öte yandan aslında insanlar bu kadar net ve kesin sınırlarla birbirinden ayrılamazlar. Ötekine ait saydığımız pek çok özelliğin kendi içimizde bir karşılığı olması muhtemel. Hatta belki ondan uzak durma sebebimiz de kendi içimizde bizi rahatsız eden bazı özelliklerimizin yansımasını onda görerek yüzleşmekten korkmamızdır.

• Farklılıktan hoşlanmama ve farklı fikirlere kapalı olma durumu diye bir şey de var

“Norm” bir güvenlik ayarı işlevi görüyor. Şaşırtıcı hiçbir şey yok. Belirlenmiş bir düzen içinde yaşamak, tuhaf, değişik durumlarla karşılaşmamak bir yanılsama yaratıyor. Steril bir dünyada yaşadığım yanılsaması. O yüzden mesela mental olarak “arızalı” gördüğümüz biriyle karşılaşınca yolumuzu değiştiriyoruz. Bedensel bir engeli olan insanlara bakamıyoruz. Normal kurgumuz çatırdıyor. Steril yaşam arzumuzun üstüne gölge düşüyor. Ama bu gölgeler aslında dış kaynaklı değil, o yüzden bu kadar rahatsız edici. Sokakta gördüğümüz o insanlar bize iç dünyamızda, benliğimizde, ruhumuzda kendimizin de sandığımız kadar “normal” olmadığını hatırlatıyor. En çok da bu yüzden çatırdıyor normal kurgumuz.

Hepimizin içinde sakatlıklar var; hepimizin içinde çok yemek isteyen biri var, şişman birini gördüğümüzde bunu hatırlıyoruz; hepimizin içinde aslında hem eril hem dişil taraf var. İçindeki dişil yanla barışık olmayan heteroseksüel bir erkek eşcinsellikten rahatsız oluyor. Edebiyat hem okura hem yazara, kendi içindeki o ötekilerle temas etme, bilinç dışının derinliklerinde kendisine uzak saydığı karakterlerle temas şansı tanıyor. Bu sayede aslında ötekileştirme kavramının ne kadar beyhude ne kadar boş bir kavram olduğunu, yani ötekileştirdikçe aslında kendi içimizdeki çeşitliliği ve zenginliği reddettiğimizi anlıyoruz.

• Peki edebiyat bunu tam anlamıyla yapabilir mi sizce? Geçen aylarda içinde pedofili geçen bir kitap çok tartışılmıştı. Bizim korktuğumuz ya da görmek istemediğimiz şeyler yer alamaz gibi edebiyatın aslında özgürlüğünü de kısıtlayan bir şey var mı Türkiye’de?

Hayatın içinde gördüğümüz, karşılaştığımız her şey edebiyatın konusu olabilir. Edebiyat, hayatı verili değer yargıları üzerinden yorumlamak zorunda değildir. Ancak pedofili, zoofili gibi konular salt toplumsal ahlakı ilgilendirir, edebiyatçı bunları dilediği gibi işler demek istemiyorum. Edebiyat hiçbir bireyin bir başka birey ya da varlık üzerindeki suistimalini meşrulaştırmamalı, normalleştirememelidir. Belki de kırmızı çizgiyi buralarda bir yerde çekmek gerekiyor. Pedofili, zoofili bile edebiyata konu edilebilir mi? Evet. Peki bunu nasıl yazacağız? Meşrulaştırmadan, normalleştirmeden, estetize etmeden. Tabii somut bir metin üzerinden tartışmadığımız için bu cümlelerim bir parça afaki kalıyor olabilir. O takdirde belki ilkelerden söz edebiliriz. Neler olabilir bu ilkeler? Sapkın dürtülere seslenmemek, onları kışkırtmamak. Peki bunun ölçütü nedir? Elbette burda devreye sezgilerimiz de girer. Metni okurken pedofiliyi olağan, sıradan ve yenilir yutulur hale getirip getirmediğine bakarız. Oysa edebiyatın konuyu işlemesinin nedeni onun boğazda takılıp kalan bir şey olduğunu, hazmının mümkün olmadığını göstermekse buna kim, ne diyebilir? Bu noktada belirleyici olan yazarın ve metnin poetikasıdır. Az önce “öteki”lerden söz ettik. Ötekilerle yüzleşme cesareti gösterirken, onları oldukları gibi kabul etmeyi kast etmiyorum. Edebiyat tabiatı gereği gül bahçesi vaat etmez. Hoşa gitmeyen, benimsenmeyen, etik olarak doğru bulunmayan karanlık yanlarımızla da yüzleştirir bizi. İçimizdeki ötekiler sadece mağdur veya mağrur karakterler olmak zorunda değil. Görmezden geldiğimiz, yüzleşmekten kaçtığımız zorba, karanlık ve kriminal yanlarımıza kim ayna tutacak?

Toplumun hasır altı ettiği meseleleri ortaya koymak, sergilemek ve tartışmak da edebiyatçının meseleleri arasındadır. Edebiyat etiğinin toplumsal ahlakla buluştuğu ortak nokta bu kriminal konuları yazarken yeniden üretmemesi, özendirmemesidir. Edebiyat huzursuz, rahatsız eder ve böylelikle okuyucusunu da yazarını da dönüştürür. Bir pedofili eylemini estetize ederek yeniden ürettiğiniz ve dolaşıma soktuğunuzda verdiğiniz “rahatsızlık” okura yeni bir bakış açısı kazandırmaz. Gürültü bağırarak protesto edilmez. Edebiyatta çivi çiviyi sökmez.