Bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor.

Gurur, devlet ve siyaset...

Nietzsche’nin “Fazla tevazu göstermeyin, inanırlar!” diye bir aforizması var. Bana çok haklı görünüyor. Gerçekten bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, başkaları da ona o kadar kolayca inanıyor. Ama acaba bunun tersi de doğru mu? Yani insanlar durmadan kendini övenlere de aynı kolaylıkla inanıyor mu?
Sanırım hayır; böyleleri genellikle pek hoşa gitmiyor ve insanlar bunları “kibirli”, “kasıntı” gibi sıfatlarla küçümsüyorlar. Ama yine de bunun bol sayıda istisnası var ve bazı insanlar çeşitli yollarla kendilerini olduğundan fazla göstermeyi başarıyor! Nitekim her ülkenin tarihi de böyle “sahte şöhret”lerle dolu değil mi?

***

Aslında bireysel planda olduğu gibi kolektif planda da durum böyle ve bireyler gibi halklar da tutum ve davranışlarıyla kendileri hakkında bir “imaj” yaratıyorlar. Böylece “mağrur insanlar” gibi, “mağrur halklar” da oluşuyor ve tarihte bunların farklı nedenlere dayanan çok sayıda örneği bulunuyor. Zaten tüm otokratik ve despotik yönetimler de genellikle halkın bu zaafı kullanılarak inşa edilmiştir.

İşte Osmanlılar da bu “mağrur halklar”dan biriydi ve “Osmanlı gururu”nu da din ve cihat esprisine dayanan fetihler oluşturdu. Kanuni zamanında bir elçinin, tayin edildiği ülkeye “Mal der Hindistan, akıl der Frengistan, haşmet der Al-i Osman!” sözleriyle uğurlanması da bunun en tipik ifadesiydi. Üstelik bu duygu daha sonraki dönemlerde de sürüp gitti.

Peki, bu konuda günümüzde nasıl bir noktada bulunuyoruz?

***

Yakınlarda Sabah gazetesinde “Tüm yollar Ankara’ya çıkar”, “Erdoğan modeli dünyaya örnek oluyor!” gibi başlıklar taşıyan yazılar görünce bu tutkumuzun hâlâ ne kadar canlı olduğunu düşündüm. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da nerede bir ihtilaf çıksa, kaynağı pek anlaşılamayan bir “otorite” ile ortaya çıkıp sorunu çözmeye talip olduğunu hatırlayınca bu konuda tarihi bir gezinti ihtiyacı duydum. Böyle bir gezinti, bu ülkede Osmanlıcı ve tutucu bir partinin neden bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiğini anlamamıza da yardımcı olabilirdi.

***

Evet, Osmanlılar “mağrur” bir halktı ve ordularının Viyana kapılarına dayandığı yıllarda neden böyle bir duygu içinde olduklarını anlamak kolaydı. Buna karşılık anlaşılması zor olan, bu gururun Devlet’in “hasta adam” sayıldığı ve varlığını ancak “Düveli Muazzama” rızasıyla koruduğu dönemde de sürmesiydi. Bu yüzden de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen tüm yabancılar, yayınladıkları “seyahatname”lerde sözü mutlaka bir ara buraya getiriyor ve “Osmanlı gururu” hakkında bazı şeyler söylüyorlardı. Örneğin 1830’larda Türkiye’yi ziyaret eden Yüzbaşı Moltke, yakınlarına yolladığı bir mektupta, “Bir Türk, diyordu, Avrupalıların kendisinden ilim, beceri, zenginlik, cesaret ve kuvvet açısından üstün olduğunu kolayca kabul eder; fakat bir Avrupalının bir Müslümandan üstün olabileceği düşüncesi aklının köşesinden bile geçmez. Bu yenilmez gururun kökü dinde bulunuyor”. (Lettres sur L’Orient; Paris, 1872, s. 379).
Aslında Moltke haklıydı; “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” deyimi “Osmanlı gururu”nun gerçekten de dinden kaynaklandığını gösteriyordu. Ne var ki bu gururun temelsizliği de önce din adamları tarafından anlaşılmıştı. Nitekim bir şeyhülislam, Meşrutiyet’ten sonra yaşanan düş kırıklığı içinde, bu boş gururu şöyle eleştiriyordu:

“Cenabı Hak kibir ve gururu sevmez; biz bu cihetten gazaba uğradık (…) İstibdadın kalkması ile hemen bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerle hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide birde, kesin bir sayı imiş gibi, mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hal ve cehalet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık”. (Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıralarım, 1978, s. 117).

***

Aslında Cemaleddin Efendi bir istisna değildi. O yıllarda bu gibi övünmelere artık kimse inanmıyordu. Ne var ki yönetici zümrenin hegemonyasını sürdürebilmesi için bu hayali canlı tutmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Artık Avrupalılara verilen ayrıcalıklar bile, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “müphem surette yazılarak Avrupalılara bir veçhile, ehli İslam’a diğer veçhile tefsir edil(iyordu)”. (Tezakir, no 10). Din artık yönetici zümrenin çıkarlarını gizleyen bir “afyon” haline gelmişti.

İşte Osmanlı Devleti son döneminde bu durumdaydı ve Sarıkamış’ta, Kanal’da, Arap çöllerinde hayatını kaybeden yüzbinlerce Anadolu çocuğu da bu boş gururun kurbanı oldular.

***

Aslında geri kalmamıza, sık sık söylendiği gibi “İslam” neden olmadı. Yüz yıl önce Şemsettin Günaltay’ın söylediği gibi, “bize öğretilen İslam” oldu. Bu ise çağından kopmuş, yönetici zümrenin çıkarlarını kollayan birtakım klişelere dönüşmüş, ezberci bir İslam’dı. İşte bu ezberi de Türk Devrimi bozacak ve inanç özgürlüğü temelinde yeni bir devlet kuracaktı.

***

Oysa aradan yüz yıl geçti ve devrimci kazanımlar bu kez de karşıdevrimci bir saldırı ile karşı karşıya kaldı. Kindar kalemler bu dürtüyle Kemalizm yergisi ve Osmanlı övgüsünde birbiriyle yarışmaya başladı. Diyanet Başkanı da bu ortamda Ayasofya’da, elinde kılıç minbere çıkıp hutbe okuyabildi. İşte “Türkiye dünyaya model oluyor!” başlıklı yazılar da bu koşullarda yazıldı.

***

Aslında bu övünmeler hiç de yeni bir şey değildi. Yukarıda anlatıldığı gibi, Osmanlı yönetici zümresi, devlet çökerken de kendi yarattığı bir hayal dünyasında yaşıyordu. Oysa bu boş gurura daha yüz yıl önce Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı yanıtı vermişti:

“Efendiler; bizler büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık, belki: ‘yapıyoruz, yapacağız’ dedik; düşmanlar da; «yaptırmamak için biran evvel öldürelim» dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”. (Nutuk).

İmparatorluğun son iki yüz yılı bundan daha iyi anlatılamazdı! Ama bu ülkede bu sözlerden ders çıkaramayanların yüz yıl sonra bile iktidar olabilecekleri kimin aklına gelirdi?