Önce havlu dolabından aldığı havluları fırlatmaya başladı pencereden aşağı Arife! Birerrrr... Birerrrr... Tadını çıkaraaa, çıkaraaaa... “Kimin Arifesiyim ulan ben?”

Güve yeniği

>GÖKÇE İSPİ TURAN*

Rahibe işi örtü elinde, öylece kalakalmıştı Arife. Kendi elleriyle yaptığı eskitme sandığı alt tarafı bir aydır açmamıştı ve işte olan olmuştu: Koca bir güve yeniği! Birkaç örtüyü art arda açıp örtü katili o şerefsiz güveyi görmek istedi. Sonra vazgeçti. Allah belasını versindi, kaderin de... Güvenin de...

Eskitme sandığı kapatıp yatağına doğru yürüdü. Bazanın altına kaldırdığı, kenarı dantelli çarşafta da delikler buldu. Dangur dungur bir sesle bazayı kapadı. Enteresandı. Şu an nefesinin kesilecek gibi olması gerekiyordu... Niye olmuyordu?

“Gerdek çarşaflarımdı ulan onlar benim!” dedi kendi kendine. Gülümsedi. Kendisini istemeye geldikleri ilk günden bu yana, du bakayım, evet, tam otuz iki sene geçmişti. Şimdi kırk dokuz yaşında bir kız olarak, otuz iki senedir girilemeyen gerdeğin davasını yapmaya değmezdi... Her türlü isteğini aşındırdığı gibi zaman; bunu da aşındırmış, kendi de aşıma uğramıştı.

“Havlu dolabı,” dedi Arife mırıldanır gibi. Evet, onlar da güveden nasibini almıştı. Kaç tane havlu vardı böyle ya? Say say bitmez. Kıçına sokacak sanki bu kadar havluyu Arife.

Arife’nin evlilik hazırlığı serüveni on yedi yaşında, komşunun oğlunun kendisini istemeye gelmesi vesilesiyle başlamıştı. Arife’nin babası, -belli ki damat adayını sevmediğinden- “Daha çeyizi hazır değil, evlenemez!” deyivermişti. Arife’nin babasının aralık bıraktığı o kapıdan, komşu oğlu iki kere daha geçmeye çalışmıştı ama nafile. Sonunda meselenin çeyiz hazırlığı değil de isteksizlik olduğunu idrak eden dünür adayları pes etmiş, oğullarına arka mahalleden bir başka kız alıvermişlerdi.

Şimdi anasız babasız, böyle yapayalnız ama bolca çeyizle yaşadığı evde annesinin sesini duyar gibi oldu Arife. “Evlenince her şeyini kullan kızım. İnsanlar gidiyor, eşyalar kalıyor... Boş ver, her şeyini tepe tepe kullan!”
Erken ölen babasından emanet, evli barklı dört ağabeyinin, karılarına kabul ettiremedikleri için yanlarına alamadıkları anacığına yalnız başına bakarken buluvermişti Arife kendini yirmili yaşlarının başında. “Evlenirsem anamı da yanımda isterim!” pazarlığına girdiğindeyse, kapısı çalınmaz hale gelivermişti. Örme, işleme, dikme, boyama deneyimleri öyle bir aşamaya ulaşmıştı ki seneler içinde, Arife belediyenin halk eğitim kursundan öğretmen çıkmış, bu sayede de ağabeylerinin yolladığı üç kuruşu, “İstemeyiz!” deyip geri çevirebilme lüksünün de tadına bakabilmişti.
“Demek, insanlar gidiyor, eşyalar kalıyor öyle mi anacım?”

Arife yerinden kalktı.

“Demek, ben buradayım ama eşyalar bile ayaklanmış kendi kendilerine çekip gitmeye kalkıyorlar artık benim hayatımdan!”

Önce havlu dolabından aldığı havluları fırlatmaya başladı pencereden aşağı Arife!

Birerrrr... Birerrrr... Tadını çıkaraaa, çıkaraaaa...

“Kimin Arifesiyim ulan ben?”

Sonra gerdek çarşafları... Mekik oyası sehpa setleri... Kanaviçe yatak örtüleri... Hint işi oda takımları... Etamin işlemeli seccadeler... Ötekiler... Berikiler... En son da rahibe işi o meşhur masa örtüsü uçtu beş kat aşağıya.

“Bugün gelmeyecekse istemiyorum, daha da gelmesin zaten o Bayram!”

*Yazarın geçen günlerde çıkan aynı isimli öykü kitabından tadımlık bir bölüm.