Sen anlat! Kendini elevermezliğini, sadeleştirmekten bitap düştüğüm cümlelerini, baştan yenik oyunumuzu...

Güz güzellemesi

DENİZ DOĞAN

Gün, on parça bende. Seni düşünecek zaman değil diyorum kendime. Boş bir salıncak gibi olduğunda zihnim, el ederim aklımın sevdiğim köşesine; gelir gülüşün. Ama güzledi ya ortalık, sensizliğin çok alameti belirdi. Olur olmaz düşüyorsun aklıma. İyisi mi, başından başlamalı:

Yaşadığın yerlere düştü yolum. Bildiğin içim gibi tenha her yer. Şikayetim yok. Issızmış seyir terasları, kıpırtılı bir heyecanla beklediğim sahil boşmuş, sabahları usluyken artık kuduruyormuş deniz, denize küs balıkçıların takıldığı çay ocağında işler kesatmış, umurumda değil.

Asırlık Meşeler, Sedirler, Gürgenler; viran anılar bahçesinin ne aşklar görmüş şahitleri, rüzgârla fısıldaşsın dursun. Kulak versem de bir, dönüp gitsem de...Hangisinde ödeşmiş olurum sence? Neyse ne, boşa koyacak zamanım yok.

Yürüyorum. Yaprak yorganı hışırdıyor her adımımda. Ne çok şeyi silip atmış yağmur. Gele gele delik deşik kalpler, şiirler çiziktirilmiş bir masaya oturdum. Demlice bir çay söyledim. Ocakbaşında güngörmüş çaycı; sen istediğinde vermez de, keyfine göre ısmarlar. Burada her şey bir anda istenmez, istesen de gelmez, nasıl da unutmuşum. Ağır ol önce, yükünü boşalt hele.

Geldi çay. İyot kokusu çayla sarmaş dolaş.

Elimde bir kitap. Dalmışım, sonra anımsadım. Çaprazdaki masa değil miydi oturduğumuz? Hani elinle tutuşmanın bahanesini el falında bulmuştum. Uyanığım ya!

“Aç bakalım elini.” deyince -Ben mi alıp koydum avucuma, sen mi uzattın usulca? Anımsa!- Merak ve ilgiyle açılmıştı elimin ortasında elin. “Bu, kader çizgin bak!” deyip parmağımı avucunun içinde gezdirişim geliyor aklıma.
“Bir bıçak yarası gibiymiş kaderin. Öyle derin ve dört yana dağılmış ki.” dedim. Alt dudağını ısırdın. Anımsamazsın. İhtimal, bir teselli payı aramıştın. Kurtuluşun dandik faldan olacaktı. Bir tebessümüne mutlu son düşerdi ama irili ufaklı yalanlarla sana ilerlemenin hazzı var ya! Saldın dudağını. Elin elimde kalmayınca, falın fallanmadı. Yoksa sen de bilirsin kader, kısmet,falmış inanmam. Yaşadığındır aslolan.

Sağlı sollu doluşmuş ortalık. Varı yoğu bir hatırası kalmışlar, büyük balık düşüyle hâlâ yıkılmayanlar, Aç Gopez’e nimet deyip gözünden öpenler... yorgun kurşun gibi düştüler masalara. Lafı birbirinin ağzından ala ala bitiremiyorlar. Bir deli denizdi, anlatmaya koyuldu biri:

“Karaburun açıklarındayız. Gırgır pervaneye dolandı tamam mı? Ulan bi karanlık. Öyle kalakaldık. Bir de dolanmış ki namussuz, o kadar olur” Gürültüye geldi duyamadım gerisini.

Aheste bir güz geçiyor işte. Bir martı; ayağına, nasıl olmuşsa, tel dolanmış. Uçuyor uçmasına ama gittiği ırak değil. Burada olsan da, bir avazda atılmaz çığlıkla gelip otursan karşıma. Ne kadarını konuşurduk sustuklarımızın? Bulut bulutu kovalardı. Hava Lodos’a kesti mi, sezerdin neleri tarumar ettiğini. Bilmiş bilmiş “Bu kış, sert geçecek” derdin, “bizimle geçmeyecek” diye anlardım.

Bak, suları yara yara sandallar yanaşıyor kıyıya. Heyt be! Denizin yakışığı her biri. İsimlerine baka baka güzellerini ayırırdın bir kenara. Beğenmedin mi kimi isimleri,neler uydururdun neler... İlle Zargana, Zindandelen, Çalkara, Tirsi... Sonuncusuna gülerdin. Güldün mü, kırık teknelere ilişirdi gözüm. Bağlanmış ayak ucuna, çırpınıp duruyor dalga içinde. Üzerinde bir parmak tuz. Tuz ki, kuruturmuş yarayı.

Daha neyini söyleyeyim? Bir küçük umuda ne diller dökmüşlüğüm, kaymak gibi yoldan çıkmazlara dalışım, onca yenik hevesin sırtına binip dört nala gidişim... Vay gidi günler...

Sen anlat! Kendini elevermezliğini, sadeleştirmekten bitap düştüğüm cümlelerini, baştan yenik oyunumuzu...

Derken, gün günü kovalar, mevsim sonbahara çalar sıkılırdım. Kalsındı her şeyim. Bir ceketimle gideyim. Ne tutar, ne bırakırdın.

Alelade sorardın:

“E, nasılsın? Ne var ne yok?” Ayrılık ilmini hatmetmiş gibi mırıldanırdım:

“İyilik, sağlık.’’ ‘Kuş kanadı, at soluğu, ana sütü’ (1)

“Şairaneliğin duruyor yerinde’’

“Ne yaparsın?” ‘...Değişmiyor hiç, ölüm hariç, Aynı gökyüzü aynı keder.’ (2)

Gülümserdin. Yediveren gülü, bağbozumu, incir sütü...

Kararır gökyüzü, akşam olurdu. Bilirdim gülüşünün sonrasını.

Çaylar içilir, balıkçılar dağılır, her aşk olmayacağına varırdı.

(1)Cemal SÜREYA - Onüç Günün Mektupları kitabından

(2)Behçet AYSAN - Bir Eflatun Ölüm şiirinden