Eylül bir mazmun gibi. Ne yapsan yazılıyor, ne zaman gelse insanda aynı ürperişi uyandırıyor. Güz, eylülden ibaret sanki. Güzün evi eylül. İnsanın evi de eylül. Eve dönüş. Kim bilir belki de insanın dünyayı mülk edinme arzusunun kendini en çok duyurduğu aydır eylül. İnsan dünyanın bu ülkesine yerleşmek ister, eylül diye bir ülke

Güzden çıkış yolları

Bu dünyadayken de bu dünyadan olmayan bir şair vardı, adı Sami Baydar’dı. Sami esaslı bir şairdi, bir başka anlamda doğuştan şair olanlardan. Yani verili şiirle ya da şiirin verdikleriyle yetinen ya da şiiri bir devam ya da gereklilik olarak gören, şairler loncası içinde yer alan ya da bunu isteyen bir şair değil anlamında bir başka şairdi Sami Baydar. İmgeye, benzetmeye ihtiyacı olan biri değildi demek istiyorum. Bakışları renkli, düşüncesi hülyalı, kendiliğinden esrik bir insan için belki de dünya, imgenin kendisiydi. Belki de öyledir. Belki de sezgiyi bir hakikat olarak taşıyan ve yaşayan şairlerden biri olarak Sami, kimsenin göremediğini görmüş, kekeme bir biçimde de olsa söylemeye çalışmıştır.

Kekeme yerine dili tutulmuş da denilebilir. Dünyaya tutulmuşların karşısında şairler biraz da dünya karşısında dili tutulmuş kişiler değil midir? Hayret makamı diyelim buna, şaşkınlık ya da. Ne dersek diyelim insanın varlığı hep bir yol arayışında. Yaşama uğraşı, yazma uğraşı, sonunda fark ediyoruz çoğunlukla ama aslında ta en başından beri bir çıkış yolu arayışı.

Şairler için yakın zamanlarda söylenen şeylerden biri şu: Aslolan şiir yazmak değil, dünyadan bir şiir olarak geçmektir. İnsan da bir varlık olarak bulunduğu dünyaya insan olarak veda etmenin çabasındadır belki. Sami Baydar dünyaya doyamadığı için değil ama, bir bakıma Canetti’nin dediği gibi “herkes erken ölür”, bir bakıma da ölüm dünyadan çıkış yollarından biridir, şiir gibi, aşk gibi, dünyayı yazmaktan kendini alamamıştır.

İnsan bazen merak ediyor dünyada, ‘acaba dışardan nasıl görünüyoruz?’ diye. Neyiz, halimiz neye benziyor, komik mi görünüyoruz yoksa anlamsız mı...Derken insan böyle böyle ucuz felsefe yapmaya başlar. Ve bu da içinde bulunduğumuz eylüle, ve aslında baştanbaşa eylül demek olan güze hiç yakışmaz! Güzün felsefe yapılmaz herhalde. Hem niye yapılsın? Şarabı, şiiri ve aşkı olanlar için güz bir handır. Güz hanı. İnsan güzü bunlarla geçebilir. Her şeyin koyusuna gerek yoktur zira eylülde, hafif hüzün yeter de artar bile.

Ne yazsam değil de ne yazmasam günleri. Güzden söz etmiyorum hayır, adı eylül ama güz sayılmaz mevsim bu kez. Güz, gür bir mevsim değildir. Pardösü gibi bir şeydir güz işte, belki de ona en çok yakışandır pardösü, hüzün niyetine güzün de giydiği. Hüzün güzün. Kafiyesi bile evvelden sanki. Sözleşmişler, buluşuruz demişler...

Yazsız, yazısız. Bunda da kafiye var, hatta bir harf eksiğiyle aynı ya da bir harf fazlasıyla. Başka bir şey var fakat, yazın yükünü güz çekecek bu yıl. Yaz yaşanırsa hafif, yaşanmazsa ağır bir şey. Olay, serüven. Yaz, şikayet de edilerek yaşanır. Yaz herkesi şımartır çünkü. Eşitlemez ama şımartır, bir gecenin beyliği gibi tıpkı, herkes kendini yazın efendisi sanır. Bir yazlık şımarır. Oysa başka bir yaz oldu bu kez. Yazı yazmadan geçmek istemeyen genç şairlerin imgelemlerinde bile rastlayamayacakları kadar karanlık bir yaz. Yaz, şiirde bile bu kadar karanlık olmazdı. Hatta Selim İleri romanlarında bir ‘cehennem’ olarak geçen eski yazlar, geçen yazın yanında pek sönük kalırdı. Meğer yaz bazen karanlığını, ağırlığını, yakıcılığını, külünü, çölünü, hepsini diğer mevsimlere uzatırmış.

Uzatılmış yaz da uzamış ergenlik gibi tatsız bir şey fakat. Sonrası fena oluyor, güz fena değil, ama yazfenası diye bir şey olabiliyormuş, oldu. Kendini yarısı yanmış, yarısı yıkılmış bir yazda, yıldızların altında, mavi bir iyiliğin yanıbaşında bulamıyor insan ne yapsa...Belki de uzatılmış yazı gibidir uzatılmış yaz. Ne yazacağını bilmezsin, öyle bir hal.

Güzel yazlar yazmadım hiç, haziran yazdım, sevgilim haziran dedim nerdeyse. Bu yaz hazirandan da geçtim. Üstelik haziran tekrar diyemeyecek kadar. Eylül bir mazmun gibi. Ne yapsan yazılıyor, ne zaman gelse insanda aynı ürperişi uyandırıyor. Güz, eylülden ibaret sanki. Güzün evi eylül. İnsanın evi de eylül. Eve dönüş. Kim bilir belki de insanın dünyayı mülk edinme arzusunun kendini en çok duyurduğu aydır eylül. İnsan dünyanın bu ülkesine yerleşmek ister, eylül diye bir ülke. Havası da güzel. İnsan kendini daha bir sever eylülde. Kendini bir çocuk sanır, onu korur, bakmak, kollamak ister. İnsanın içini, dışını bakımsız bırakan bir yazdan sonra, yaralarını sarmak ister. Sevdiği yaralarını. Yarasını sevmeyen var mıdır? İnsan yarasını sever. Tam iyileşmek istemez.

Dağınık yazın karışık yazısı. Yaz güze kalırsa yazısı da neye kalır, üzgüne kalır, gazele kalır elbet. Romantik Bir Viyana Yazı. Adalet Ağaoğlu’nun güzel romansı, güzel yazı. Romanstan geçtim, insan hiç olmazsa eski yazlar gibi yaşamak istiyor yazı. Bir ölümsüzlük duygusuyla. Dünyaya bir yaz günü gelmiş gibi yaşamak ister insan hayatı. Ve dünya hep bir yaz günüymüş gibi. Ben ona haziran demiştim bu yaza kadar. Kara gözlü, koca yürekli, ince huylu kardeşimi bir haziran günü yitirdikten sonra ne haziran kaldı gözümde ne yaz.

Eylülü sevenler vardır, olmaz mı, ben de severim, şiir de sever aşk da sever, evler de sever. Eylülü sevelim, güzü incitmeyelim. Yazın güze verdiği ağırlık, bıraktığı fazlalık, eylülü iyice içedönük yapar, hüznünü kedere çevirir. Yazı görmeden yazının sonuna geldik. Bu yazıyı niye yazmak istemediğimi de yazayım ki meramım anlaşılsın...

Aslı Erdoğan ile Necmiye Alpay’a değinmeden ne yazılabilirdi ki şimdi? Değinmemek için ancak bu kadar kafası karışık, ruhu dağınık, üstü açık bir yazı yazılabilirdi. Yazdım. Yazamadım. Hepimiz Necmiye’nin arkadaşlarıyız, Aslı’nın arkadaşlarıyız ama onlar aslında barışın arkadaşları. Darbelere karşı olduğu için Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda, Mamak askeri cezaevinde ağırlanan Necmiye Alpay’ı tutuklayarak Türkçenin kalbini kırdınız. Dünya ağrısını dert edinerek yazan Aslı Erdoğan’ı tutuklayarak da dünyanın kalbini kırdınız. Öyle bir derdiniz olduğunu sanmam ama söylemeden de edemem, aslında barışın kalbini kırdınız. Cezmi Ersöz’ün yıllar evvel sevgilisi Barış’ı üzdüğü için yazıp, sonra da galiba Körfez Savaşına karşı yazdığımız ortak şiire verdiği, zekice “Barışı üzdüm, savaş çıktı” dediği gibi oldu.

Ne yapalım, Güz Herşeyi Bilir!