Seçim gününde, 12 Haziran’da kaleme alınan bu yazının başlığında, elbette Türkiye kastedilmiyor...

Seçim gününde, 12 Haziran’da kaleme alınan bu yazının başlığında, elbette Türkiye kastedilmiyor. Uzak bir coğrafyaya, Latin Amerika’ya uzanıyoruz ve Türkiye’dekinden tamı tamına bir hafta önce Peru’da yapılan ve solcu aday Ollanta Humala’nın zaferiyle sonuçlanan Başkanlık seçimlerine göz atıyoruz.

Peru önemli bir ülkedir: 30 milyona yaklaşan nüfusu, Türkiye’yi aşan yüzölçümü, 150 milyar dolarlık milli geliriyle büyükçe bir “Güney” ekonomisidir. Uluslararası finans çevrelerinin “yükselen piyasa ekonomileri” diye adlandırdığı yaklaşık 25 ülke içinde yer alır. Milli gelir düzeyi bakımından Latin Amerika’da yedinci sıradadır.

Peru, bu seçimlere kadar 2000’li yıllar içinde Latin Amerika’yı etkileyen, yaygınlaşan sol rüzgârın dışında kaldı; Brezilya, Arjantin, Venezuela gibi ülkelerin girişimleriyle oluşan yeni örgütlenmelere uzak durdu; ABD’nin Latin Amerika’daki ekonomik denetimini simgeleyen dörtlü gruplaşmanın içinde (Meksika, Kolombiya ve Şili ile birlikte) yer aldı. Böylece, ABD hegemonyasını Latin Amerika’ya taşıyan; onu sürdüren (ancak sayısı giderek azalan) ana halkalardan biri oldu. Bu halkanın kopması, Amerikan emperyalizmi açısından önemli bir stratejik gerileme anlamına gelecektir.

***

1990-2000 yılları arasında Peru bir “siyasi felâket” ile karşılaştı. Felâketin adı Alberto Fujimori idi. Japon kökenli bu siyasetçi, 1990 Başkanlık seçimlerini Nobel ödüllü romancı Mario Vargas Llosa’yı yenilgiye uğratarak kazandı. Seçim kampanyasındaki popülist söylemi hızla terketti. Enflasyona karşı IMF-destekli bir “şok tedavisi” uyguladı. Neoliberal modelin tüm öğelerini (başta özelleştirmeyi) hızla, fanatikçe benimsedi. Başlangıçta uluslararası finans kapitalin ve ABD’nin gözdesi oldu.

Ekonomide neoliberalizme, giderek ağırlaşan baskıcı bir siyasi rejim refakat edecekti. Sol gerillalara ve devrimci muhalefete karşı sürdürülen askeri mücadele, devlet terörüne dönüştü; yarı-resmi milisler, ölüm mangaları ön plana çıktı. Fujimori 1992’de bir “sivil darbe” ile parlamentoyu feshetti; anayasayı askıya aldı; daha sonra değiştirdi. Yüksek Seçim Kurulu’nun, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini yeniledi. Üniversiteleri baskı altına aldı. 1995’te ikinci defa; yeni anayasa kurallarını da çiğneyerek girdiği 2000 seçimlerinde üçüncü kez Başkanlığa seçildi. (Kafanız fesada çalışıyorsa, Peru’daki “sivil darbeler zinciri” ile AKP Türkiyesi arasında benzerlikler arayabilirsiniz.)

Ne var ki, 2000 seçimlerinde usulsüzlüğün, hilelerin ve siyasî yolsuzlukların ayyuka çıkması Fujimori’nin üçüncü başkanlığının birkaç ay içinde son bulmasına yol açtı. Parlamento, Kasım 2000’de Fujimori’yi gıyabında (Japonya’da iken) görevden aldı. Eski Başkan 2005’te Şili’de göz altına alındı; Peru’ya postalandı; yargılandı. Yasa-dışı “ölüm mangaları” tarafından işlenen toplu kıyımlardan, bir gazeteci ve bir iş adamının kaçırılıp öldürülmesinden suçlu bulundu; 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Şimdi cezaevindedir.

2001-2010 arasında Peru’yu, “Amerika ve piyasa dostu” iki Başkan (Alejandro Toledo ve Alan Garcia) yönetti. Fujimori’nin başlattığı “neoliberal karşı devrim”, bu yıllarda olgunlaştırıldı; kalıcı hale getirildi. Bu on yılın ortalama büyüme hızı yüzde 6.1’dir. (Türkiye’nin aynı dönem ortalaması yüzde 4.5’tir.) Ilımlı dış açık ve dış borç göstergelerinin de katkısıyla son uluslararası krizi küçülmeden geçiştiren çevre ekonomilerinden biri de Peru’dur. Ne var ki, yüksekçe büyüme, sermayenin kesintisiz tahakkümü altında gerçekleşmekte ise, halk sınıfları er veya geç “artık yeter” diyeceklerdir. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi ayaklanma veya Peru’da olduğu gibi seçim yoluyla…

***

Son seçimlerde Peru’da halk muhalefetinin sözcülüğünü Ollanta Humala üstlendi. Başkanlık seçimlerindeki rakibi ise Alberto Fujimori’nin kızı Keiko Fujimori idi ve Peru burjuvazisinin, uluslararası sermayenin, sağcı partilerin ve Başkan Garcia’nın tam desteğini alacaktı. İspanyol El Mundo gazetesi, bu desteğin bir göstergesi olarak Başkent Lima varoşlarında seçmenlere dağıtılan “iki paket pirinç, iki kutu ton balığı, birer paket şeker, hazır çorba ve biskuvi içeren ve üzerinde Keiko Fujimori’yi temsilen K harfi bulunan saydam birer torba”ya işaret ediyordu.

Peru’da sınıf ayrımı, önemli boyutlarda etnik/ırksal çizgilerle örtüşür. Seçimleri izleyen Uruguaylı Raul Zibechi, topluca sağcı adaylara oy veren Peru’nun oligarşisini ve Lima’nın seçkinlerini “bunlar Peru’lu gibi görünmezler; gözleri Miami’dedir; İngilizce rüya görürler; yerlilerden ve melezlerden nefret ederler” ifadeleriyle betimliyor. Buna karşılık, “dev maden şirketlerince suları kirlenen, ülke zenginliklerinin dışarıya taşındığı ve tarihsel toprak mücadelelerinin kök saldığı bölgeler” açık farkla Humala’yı desteklemiştir. Sonuçta zafer, yüzde 51.5’luk oyla (üç puan farkla) Humala’nın olmuştur.

Wall Street Journal Peru seçimlerini okurlarına, “gözlemcilerin büyük bir bölümü için beş yıllık bir büyüme sonrasında Humala’nın seçilmesi imkânsızdı. [Nitekim] seçim sonuçları Latin Amerika borsalarında ve şirket merkezlerinde sarsıntılara, sinir bozukluklarına yol açtı” ifadeleriyle duyurdu. Ve yeni Başkan’ın bu tepkileri dikkate alarak “aşırı gitmeyeceği” beklentisini vurguladı.

Humala ise, devletin ekonomideki önemini artırmayı; millileştirme yerine dev maden şirketlerine ek vergiler getirmeyi; artacak sosyal harcamaların finansmanını da böylece karşılamayı vadediyor. Chavez’den çok Lula’yı örnek alan bir dış siyaset çizgisi izleyerek ABD’den uzaklaşmayı hedefliyor.

Önemli olan, bence, Humala solculuğundaki “ılımlı” öğelerin varlığı değil; sınıf platformlu ve bağımsızlık öncelikli (yani ,”geleneksel sol”) bir siyaset çizgisinin sermayenin programına karşı (en azından şimdilik) galip çıkmasıdır.

Bu yüzden Peru’da bir hafta önce gerçekleşen olayları, “güzel bir seçim haberi” olarak gördüm.