On dört yaşındayken minicik bir kızım olmuştu. Gözlerinden önce ayaklarına bakmıştım ilk kucağıma verdiklerinde. Ayaklarını öpe öpe, saçlarını tarayarak büyüttüğüm kızımın adını Chau koymuştum

Güzel Nilüfer çiçeğim!...

MELTEM ARIKAN - @MeltemArikan

Adım Yangli, Çin’de yoksul bir köy olan Liuyi’de doğmuştum. Anneannem, annem, babam ve üç ağabeyimle birlikte köyün pirinç tarlalarının biraz ötesinde kutu gibi bir evde yaşamıştık.

“Benim güzel nilüfer çiçeğim” diye sevmişti anneannem beni. Herkes tarlaya çalışmaya gittiğinde beni uyandırır, saçlarımı tarar, sonra tahta kovanın içinde özel olarak hazırladığı bitkiler ve bademlerle mis gibi kokan sıcak suda ayaklarımı pamuk gibi yumuşatır, masaj yapardı, “Prensesim, benim güzel nilüfer çiçeğim”.

Dört yaşına bastığımda, bütün köy evin önünde toplanmıştı. Bugün benim günümdü. Aydan gelen nilüfer çiçeği günü. Misafirler bana hediyeler getirmişti. Ay gökyüzünü aydınlattığında misafirler gitmiş, anneannem elinde kırmızı küçük ayakkabılarla yanıma gelmişti. “Benim güzel nilüfer çiçeğim, bu ayakkabıları yaşamın boyunca bir prenses olduğu hatırlaman için yaptım” demişti. Sonra annemin elindeki tepside duran sargıları eline almıştı. Bütün gün banyo yaptırdığı için buruş buruş olmuş pembe ayaklarımı avuçlarının arasına almış, parmaklarımı ayağımın içine doğru kıvırıp, son sürat sarmaya başlamıştı. Avazım çıktığı kadar bağırmıştım, yanağımda patlayan annemin tokadı... Nefesim içimde... Canım can çekişmekte...

“Dayanamıyorum anneanneciğim, yalvarırım yeter...”

Karanlıktan sızan ay ışığı sustu yalvarışlarımdan… Köyün kadınları korktu... Annem utandı... Anneannem sarmaya devam etti... Acı küçücük bedenime öylesine büyük gelmişti ki...

Sonraki haftalar anneannemin ayaklarımdaki sargıları açması, ayaklarımdaki iltihapları temizlemesi ve her defasında daha sert, daha sıkı bağlanmasıyla geçti. Artık ayaklarıma bakamaz, katlanan ayak parmaklarımı göremez olmuştum.

Seneler seneleri kovalarken ve ben yatağımda büyürken, ayaklarım hiç büyümedi. Bir gün yepyeni kıyafetler giydirdiler, yatağıma çiçekler koydular, süslediler. Sonradan anladım, çok zengin olan ama hiç tanımadığımız bir adam beni görmeye gelmişti. Önce adamın sesini duymuştum, sonra kendimi onun kucağında bulmuştum.

Haykırışlarım... Neden bu adamın kucağında evimden uzaklaşıyorum?... “Anne beni bırakma, anneanne... Lütfen...”

“Evine hoş geldin hazinem” demişti adam beni kocaman yatağa yatırırken... Oraya nasıl götürüldüğümü, o yatakta ölü gibi kaç gün yattığımı hiç hatırlayamadım. Hiç konuşmamış, konuşmadıkça unutmuş, unuttukça inanmış, inandıkça alışmıştım. Alıştıkça, ben bile gerçek bir prenses olduğumu sanmaya başlamıştım.

Odama girip beni süsleyen, tahtırevanla taşıyan, ama hiç göz teması yapmayan hizmetkarlar, renk renk elbiseler, çeşit çeşit ayakkabılar ve ara sıra benim yanıma gelip ayaklarımı okşayan o adam.

Kocam olduğunu söyleyen o adam, bir gece yanıma geldiğinde elindeki upuzun tahta çubuğu uzattı bana, “Benim nilüfer hazinem, Şangay’dan o güzel gözlerindeki acıları azaltacak bir armağan getirdim sana, şimdi bundan bir nefes çek, acıların hemen yok olacak. Senin için en sert afyonu getirttim, çünkü sen benim hazinemsin”, ben nefes çektim, o ayağımdaki sargıları çıkardı. Hizmetkarının ona sunduğu kaseden karpuz çekirdeği ve bademleri parmaklarıma taktı. Nasıl utandığımı, odaya yayılan o iğrendiğim iltihap kokusunu hiç unutamadım. Kocam denilen adam ayağımı kokluyor, o kokladıkça benim midem bulanıyor, gözlerim kararıyor, afyon başımı döndürüyor, uyuşuyordum... Adam ayağımı ağzına soktuğunda bitmeyen gecenin karanlığında kaybolmak için yalvarıyordum...

On dört yaşındayken minicik bir kızım olmuştu. Gözlerinden önce ayaklarına bakmıştım ilk kucağıma verdiklerinde. Ayaklarını öpe öpe, saçlarını tarayarak büyüttüğüm kızımın adını Chau koymuştum. Ayaklarını bitkilerle yıkadım, bademlerle ovaladım. Benim minik kızım…

Chau 4 yaşına geldiğinde, sessiz sessiz sardım ayaklarını, ağlayışları, bağırışları canımdan can alsa da, yapmak zorundaydım... 15 gün boyunca her gün ağladı Chau, senin için dedim ona. Benim annem, anneannem gibi tarlalarla yaşamaman, benim gibi rahat bir hayatın olması için bunların hepsi…

Kızım dokuz yaşına geldiğinde, nasyonalist hükümetin polisleri evimizi basıp, beni ve kızımı aldılar. Her yer yürüyemeyen kadınlarla doluydu, bağırıyordum, zar zor ayakta durabildiğim ayaklarımla tepiniyordum. Bir meydandaydık, adımlarım kana bulanmış yerlere basıyordu, binlerce kadının çığlıkları, bağıran kadınların üzerinde şaklayan kırbaçlar... Silahlı bir adam çekti aldı kızımı, kollarım hissiz, sesleri duymuyordum artık, yüzüm yere yapışmış. Kanların içinde kanayan ayaklar... Anneannemin “Nilüfer çiçeğim”diyen sesi...

Kırık parmaklarımız, şekilsiz ayaklarımızla hiçbir şey olmamış gibi bizi yürümeye zorlayan daha önce bizim ayaklarımızdan badem yiyen erkekler... Yürüyemeyenleri öldüresiye kırbaçlayan, tekmeleyen erkekler... Meydanda tüm bu olanları sessizce seyreden kocalarımız...

Yerlerde takvim yaprakları gibi buruşturup atılmış cansız bedenleriyle kendilerini erkekler için yok etmiş biz kadınlar... Ve kadınlığın hiç değişmeyen kaderi...