Havuz kavramı bana hep itici gelmiştir; mesleki nedenlerle. Havuz, savaş muhabirlerini denetim altında tutmak için devletlerin/orduların “iliştirilmiş gazetecilik”ten önce icat ettikleri yöntemdi. Bir yerdeki çatışmaları izlemek için bir havuza dahil oluyor/kayıt oluyor ve orada ordu sözcüleri ne bilgi verirse onunla idare ediyordunuz.

Medyada tekelleşme ve yoğunlaşma bir medya patronunun birden çok medya kuruluşuna sahip olmasına yol açınca da havuz uygulaması başladı. Patronlar her bir kurum için ayrı ayrı muhabir çalıştırmak yerine, bir ajans oluşturup oradan haberleri bir havuza atmaya ve onun medya kuruluşları da havuzdan aldıkları haberleri kendi meşreplerine uygun işleyip kullanmaya başladılar.

İlk havuz çatışma alanlarından gazetecinin doğrudan bilgi toplamasına engel olurken, ikinci havuz çok sayıda gazetecinin işsiz kalmasına yol açtı.

Geçen gün, Ankara oto sanayiinin olduğu Şaşmaz’dan bindiğim taksinin şoförü sohbet sırasında “Biz havuz yapıyoruz” deyince, havuzu mesleki anlamlarıyla düşünüp şaşırdım. “O da ne ki?” dedim, nahoş bir şey duymayı bekleyerek.

Ankara’da bir tek biz” dedi, “Havuz yapıyoruz. Kimin kaç kilometre yaptığı, ne kadar iş alıp çalıştığı duraktan görülüyor. Biz 13 kişiyiz. Kim ne kadar iş yaparsa yapsın, kazancı havuza atıyoruz, akşam da eşit olarak 13’e bölüyoruz.

Yüzüne ters ters bakıp, “Komünistlik bu” dedim, “Komünist misiniz siz?” Ben “Tövbe estağfurullah” gibi bir cevap beklerken, gayet sakin “Evet” dedi. Gel de şaşırma!

Bir durak daha var Ankara’da” dedi. “Onlar kimin ne kadar iş aldığına bakıyorlarmış öğleyin. Sabah kim çok iş aldıysa, öğleden sonra ona değil iş alamayana, az iş alana sıra yazıyorlarmış.”

Sonra 12 Eylül öncesi gecekondu mahallesinde tavuk kümeslerinde falan saklanarak mahalleyi beklediklerini, nöbet tuttuklarını anlattı. Gayet rahat, benim tehdit tonuyla “Komünist misiniz?” soruma “He” diyerek.

Gecekondulu bir taksi şoförü ile orta sınıftan birinin, benim yani, yan yana oturup seyahat ettiği o taksinin içinde ilk kez “havuz” sözcüğü bir hoş geldi kulağıma.

Gecekondulularla orta sınıf ailelerin çocuklarının daha güzel bir dünya hayali peşinde koşarken bir araya gelişlerini, uzun bir yolculuğu paylaşmalarını, birlikte kavgalara girip birlikte acılar çekişlerini, o kavgalar içinde bazen birbirlerine âşık olup aşklarını açık edemeden içlerine gömüşlerini “Segâh Makamı” romanında öyle güzel anlatmış ki Esra Kahraman.

Epey gecikmeyle, daha dün bitirdim kitabı, kâh ağlayıp kâh gülerek. Ağlak bir adam olduğum için benim ağlamam pek bir ölçü sayılmasa da, her Pazar toplanıp kadınlar matinesine giden bizim kasabanın kadınlarının en önemli sanatsal ölçüsüydü ağlamak. Dört beş çocuğa tek bilet alıp girdikleri sinemadan eve dönerken, “Eyi ağladık gı, verdiğimiz paraya değdi” dediler mi, tamamdı.

Asıl güzellik, orta sınıf ailelerin çocukları ile gecekondu çocuklarının bir devrimci mücadele içerisindeki katıksız dostluğunu da anlatan Segâh Makamı’nı bitirip kapağını kapattığımda, telefonuma düşen bir mesajla geldi.

30 yıldan uzun süredir; Mamak’tan çıktığımdan beri aradığım Ruhi’nin numarasını göndermiş bir arkadaş. Mamak’ta yan yana yattığımız Ruhi!

Gecekondulu bir çocuktu Ruhi. Gerçekten çocuk; 20’li yaşlardaki bizden küçük. Hem yaşça küçük hem de kalıp olarak. Bir ara “Bebe Ruhi” diye takıldık. Sonra baktık ki kocaman bir yüreği var, sırf cesaret o küçük çocuk, bazen çıkıp biz büyükler yerine dayak bile yiyor, “Baba Ruhi” dedik.

Biz, orta sınıf okumuş üniversitelilerin yanında, henüz okuyamamış bir küçük gecekondulu olarak okumaya da tutkuluydu Ruhi. Yazmaya bir de! Benim dışarı yazdığım mektupları da okur, oradan beğendiği cümleleri not ederdi, sonra bir yerlerde kullanmak için.

Beraber yatıp da izini kaybettiğim tek arkadaşımızdı Ruhi. Onca yıl sonra bana gönderilen numarayı çevirdiğimde yeniden duydum sesini. Koca adam sesi artık. Eskilerden, onca yıla karşın hiç eskimeyen anılardan gelen bir ses.

Güzel şeyler işte, daha ne olsun!