Festivalde bütün filmleri seyredemedim, seyrettiklerim içinde üzerine en çok düşündüğüm iki film üzerine bir şeyler söylemek isterim.

Benim üniversite yıllarımda milliyetçilik bir histeriye dönüşmüştü, öğrencilik çok uzun sürdüğü için pek çok kuşağa tanık oldum, Boğaziçi Üniversitesinde okuyordum, DYP ile CHP’nin o zamanki versiyonunun koalisyonu vardı. Bir kabus gibi bitmek bilmeyen ANAP döneminden iktidarı devralmışlardı. Demirel meydanlarda inanılmaz nutuklar atıyordu, sanki uzun yıllar basını dikkatle takip etmiş ve halkın her kesiminden insanların sorunlarını çözeceği üzerine “benim işçim, benim memurum…” diyen nutuklar atıyordu, elbette demokrasiyi atlamıyor, iki büyük vaatte benimleri bağlıyordu, bunların birincisi siyasi özgürlük ve baskıların bitmesiydi, ikincisi ise 500 günde enflasyonu bitireceğini iddia ediyordu.

İktidarı devraldıktan sonra ne mi oldu? Önce sokak infazlarında patlama meydana geldi, Kürtler zaten alışmışlardı, ilk önce onların sokaklarında güpegündüz adam vurup sonra da yürüyerek giden katiller gündelik hayatlarının parçası olmuştu, ardından Batıya geldi sıra, sokaklarda düpedüz timlerle insanlar katledildi, Boğaziçi Üniversitesinde her kimse bir yoldaşımız duvara kırmızı boyayla yazmıştı, her gün okula giderken bakar ve okurdum: “Vaatler Kana Bulandı.”

Öyle histerik bir milliyetçi atmosfer oluşmuştu ki sokak infazlarını insanlar balkonlarından alkışlıyordu, siyasetimizde merkezi siyasi iktidar yasaları rafa kaldırmış, yargı falan yok, kimseyi tutuklamak ve yargılamak istemiyorlardı, büyük nutukların ardından verilecek infazlara da ihtiyaçları da yoktu, insanları öldürüyorlardı, bitti gitti. Sonra da onların bedenlerine el koyuyorlardı, yargısız infazlar diye bir ad kondu bunlara genel olarak. Çelişkili bir ad nihayetinde, çünkü zaten bir yargı vardı, üstelik hem siyasi dünyada hem de kolluk kuvvetlerinde, şimdi o insanların bir bölümü yargılanıyor, yenileri yetiştiriliyor, değil mi ki efendim insan böyle işlerde yıpranır, kabuk değiştirmek lazım. Şimdi katletmeden hocadan berat alınacak, öldürüldükten sonra da illa namazı kılınacak, bunlar büyük ilerleme olarak gösteriliyor.

 

Türkiye’de “yargısız infazlar dönemi” sinemasal olarak anlatılmadı, kaldı ki anlatılmayı bırakın bunun hesaplaşması ne edebiyatta ne tiyatroda, ne türkülerimizde, ne de halk sanatlarımızda, esas konu haline gelmedi. Bu tarih bizim için hala küflü raflarda bekliyor, ne yüzleşebildik ne de yok sayabildik, nitekim Susurluk döneminden sonra çarşaf çarşaf gazeteler bu olayların bir kısmını yazdı, ama hiçbir zaman bunların üzerine gidilmedi, Küf böylesi bir vukuatı daha doğumundan ölümü beklenen bir karakter üzerinden hikaye ediyor ve olayı bir vicdan azabı üzerine yoğunlaştırıyor, ama gelin görün ki jüri için henüz resmi bir kararla bunların üzerine gidilmediği için, tozlu raflarda ve mezarlarında bu insanların hikayesinin bırakılmasına karar verildi. Bizim siyasi tarihimiz belirli konuları gündeme almayı görünmez bir elle yasak etmiş durumda. Cumartesi Anneleri gerçek anlamda bu toplumun ne gündemi oldu, ne de sanatına ilham kaynağı oldu, şimdi Küf bu konuyu ele alınca bir başlangıç gibi, film günümüzde geçiyor, hikayenin ana çıkış noktası ise 18 yıl öncesine gidiyor, yazım tarihinden geriye gidince 1992-93’e gidiyoruz, tam da 5 Nisan kararlarının hemen öncesine, büyük bir iktisadi kriz, 500 günlük enflasyonu durdurma projesi başarısız olmuş, onun yerine sokak infazlarında bir enflasyon daha da artıyor, halkımız ise inanılmaz bir değişim geçirerek, geçmişte oğulları kurban edilen aileler ve yoksul mahallelerde ikili bir seçenek sunuluyor onlara:  

1.      Ya dindarlaşacaklar, bir tarikata girecekler, şeyhlerine kendilerini teslim edecekler, ya da uyuşturucu ve işkence ile cezalandırılacaklar.

2.   Ya da anasının gözü olacaklar, yükselecekler, yükselemezlerse bile etliye sütlüye hiç karışmayacaklar, halkımıza düpedüz şu öğüt veriliyor, sen çekil aramızdan, bu hesaplaşma bizim aramızda.

Ve halkımız geri çekildi, geçmişin emekçi mahallelerinde inanılmaz bir tarikatlaşma yaşandı, ardından ise Refah Partisinin yükselişi geldi.

Şimdi bu tablo ile Güzelliğin On Para Etmez arasındaki ilişki nedir?

Antalya’da Hüseyin Tabak ve babasıyla konuşma fırsatım oldu. Maraşlı Kürt ve Alevi bir aile. Baba inşaatında çalıştığı kayınpederinin kızını kaçırıyor, onlarda Almancı ve ardından Almanya’ya yerleşiyor. Eğer onlar Almanya’ya yerleşmezse muhtemelen Maraş Katliamında bir kurban adayı olacaklar, çünkü köyleri ve ilçeleri zaten bu katliamın doğrudan muhatabı olmuş.

Antalya’da iki film vardı, biri Küf’tü ve 1990-95 arasındaki dönemdeki infazları ve onların oluşturduğu bir yarayı ele alıyordu, diğeri Maraş Katliamından kurtulmuş bir ailenin oğlu yıllar sonra Türkiye’ye geldiğinde kendi köyünde, Maraş’ta çektiği bir klip sırasında oynattığı 12 yaşındaki bir çoçuğun hayalini düşünüyor, o da Almanya’ya gitmek istiyor, o hayalin karşısında Almanya’da onu bekleyen trajik kültürel ve siyasi çatışmanın izlerinden giderek Güzelliğin On Para Etmez’i çekiyor.

Tam da bu filmleri seyrederken insan bir kez daha hatırlıyor:

Devlet kendi şiddetine hukuk, bireyinkine suç adını verir. Ama arada görünmemesi gerekenler vardır, onlar da minarenin kılıfına uymadığı durumlardır. Orada sise suç şiddeti uygulamak değil, uygulanan şiddeti dile getirmektir, orada artık yasayı bozan devlet şiddeti devlet sırrı namına büründürür, ama öyle bile kalmaz, günü gelir o şiddeti deşifre etmenin bile prestijini bile ancak bir burjuva siyasetçisi ya da kamu kurumu adına konuşan birisi taşıyabilir. Devlet sırrını devletin dışındakiler açıkladığında onların ki yıkıcılık, burjuva siyasetçisi açıkladığında ise siyasi açılım anlamı kazanır. Değil mi ki Dersim üzerine yapılan belgesel siyasi yakaslı oluyor, ama başbakan bu konuya değindiğinde bu büyük bir siyasi tartışmada özgürlükçü bir adım olarak lanse ediliyor.

Güzelliğin On Para Etmez kültürlerarası bir çalışma, gerçekten incelenebilir, hele ki batılı dünyanın garipsediği için iç dünyasına girmediği mültecilere dair onların düşleri, hayalleri ve acılarına açtığı pencere ile, aslında film köklü olarak ötekiyi, mülteciyi insanlaştırma çabası olarak asıl anlamını kazanırken,

Küf yok sayılan ve dile getirildiğinde tartışma açmayı bırakın, yine bilinçli olarak yadsınmaya çalışılan bir tarihin parçası, bizim tarihimiz de ne kadar çok siyasi açılım var, ama bunlar yangından mal kaçırmak için yapılırken, giderek sinemamız çok daha derinden bazı şeyleri sorgulamaya başlıyor, bu arada

Küf’ün Türkiye’de ne kadar tartışılacağı sinemamızın ne kadar öncü olabileceği için bir kriter olurken, Güzelliğin On Para Etmez ise, büyük oranda göçmen sineması içinde tamamen ayrıksı bir yere uzanıyor, çünkü film Türk’ün batılı ile imtihanından çıkıp, o insanın iç dünyasına ve açmazlarına eğildiği oranında, Yaralı Bilinç üzerine yoğunlaşıyor ve elbette dramatik açıdan kendi karakterlerini insanlaştırırken, onlardan hayata ve insana dair derin bir hümanizma da yaratılabileceğinin izlerini gösteriyor. Dahası şu, Güzelliğin On Para Etmez tam bir hümanist film, özellikle mülteci sinemasının en genel özelliğini, daha doğrusu sınırını aşıyor bu noktada.