Güzellik mi çirkinlik mi?

Merkez ile kıyı arasındaki gerilimin eski tadı yok. Ne güzellik, kıyıların çalkantılı sularından doğacak ne de herkesin üzerinde anlaşacağı bir güzellik var. Üzerinde anlaşamayacağımız güzelliğin kıyının çalkantılı sularından doğmasını beklemeyin boş yere. Biz merkezdekiler, merkezin kodlarıyla elleri kolları bağlanmışlar, kurtuluşun kıyıdan geleceğini, merkezi ele geçirip güzelleştireceğini umuyoruz. Oysa kıyıdan kopup gelen fırtına, içeriye girdiğinde çok geçmeden evcilleştirilip despotun makinesinin dişlilerini döndüren enerjiye dönüştürülüyor. Rüzgâr enerjisi şirketinin reklam filmi, “Wind-man”deki gibi filmin sonunda şirket rüzgârı kendi elemanı yaptığında tüm potansiyellerini ele geçirdiğini ilan edebiliyor. Fırtına kopacaksa kıyıdan değil, merkezden kopacak; hepimiz potansiyelleri ele geçirilmiş fırtınalar değil miyiz? İçimizin kıvrımlarında hâlâ deli rüzgârlar dolaşıyor ama hayat gailesi yok mu? Sonunda yolumuz mutlaka şirketlerin kapısına düşüyor. Ve içeri girdiğimizde, bir zamanların deli fırtınalarına tanıdık, evcil gömlekler giydiriyorlar. Güzelleşiyoruz.

İktidarın güzellik dediği ele geçirip evcilleştirdiği, belirli bir forma soktuğu fırtınalardır. Güzel insanlarız, uyumlu. Güzellik dedikleri, kanonik güzelliktir; bütün ile uyumlu, simetrik olanın güzelliği. Bütünün simetrisini bozuyorsanız, ayrık duruyorsanız, uyumsuzsunuz demek ki. Uyumsuz parçaların bütün ile uyumlu hale getirilmeleri için kapatma kurumları var. Uyumsuz olanları önce patolojikleştirip hasta ya da suçlu ilan ediyor, sonra da kapatıyorlar. Yirminci yüzyılın başında sanat eleştirmeni, hekim Max Nordau modernistlerin ürettikleri yapıtları, sanatçıların bedenleri üzerinden yargılıyordu. Örneğin Nordau’ya göre heykeltıraş Rodin’in ürettiği formların çirkinliği, sanatçının beynindeki bir hastalıktan kaynaklanıyordu; güya beyninin medulla oblongata bölgesi çürümüştü ya da Monet göz titremesinden mustarip hastalıklı bir bedendi. Sadece bedenlerimiz değil, ürettiklerimiz de despotun kanonik bütünüyle uyuşmuyorsa çirkinsiniz, ucubesiniz. İktidar çirkinliğe tahammül edemiyor.

Oysa bütünle simetrik, uyumlu gözüksek de içimizde hâlâ kıyının deli dalgaları var; kadastrocunun başının belası dalgalar. Despotun kadastrocusu bedenlere sınırlar çiziyor ve bedenleri mülkiyet ilişkilerine göre sınıflandırıyor. Ama dalgalar, “bendini çiğneyip aşan” dalgalar yok mu? Su ile toprak arasındaki sürüp giden mücadelede yenik düşen despot ve kadastrocusu olacak, biz değil. Mitolojiye göre zaten biz su ile toprağın karışımından doğduk, balçıktan. Ve bedenler bünyelerinde hâlâ dalgaların kudretini taşıyor ve dalgalar karşılarına çıkan beton kalıpları parçalayacak. “Hangi şaşkın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” Ya da hangi şaşkın beni beton kalıpların içine kapatıp seyretmeye doyamadığı bir güzellik yaratacak? Despot tabi ki. “Despot her şeyi üst-kodlayan emperyal makinesini, bürokrasi ve büyük projeleri yöneten ve çalışmayı kendine mal eden yönetimiyle birlikte ilkel kırsal topluluklar üzerinde kurar (... her kısmın ve her işlevin bütüne göre sınırlandığı ve belirlendiği canlı, egemen bir çark” (Deleuze, Issız Ada, Bağlam).

Merkez ya da despot, kıyıdaki fırtınaları, deli dalgaları bünyesine kattıkça güçleneceğini sanıyor, ama bünyesine kattığı sadece formlardır; bütün ile uyumlu formlar. Ve her form, içinde henüz forma bürünmemiş ve forma bürünmeleriyle birlikte despotun mevcut formlar düzenini yıkacak kuvvetler barındırıyor: Göçebe kuvvetler. Deli gömleklerinin içindeki deli dalgalar. Göçebenin hareket eden biri olduğunu düşünmeyin; “oldukları yerde yolculuk edenler vardır” (Deleuze); oldukları yerde despotun kodlarından kurtulanlar. Göçebeler, göçmenlerden farklıdır. Göçmenler mecburen yer değiştiren, bir devlet aygıtından bir başkasına girebilenlerdir. Göçebeler ise, despotun, devletin yakalama aygıtından sürekli kaçanlar. Her beden bir dalgadır; göçebe kuvvet. Asıl sorun, “düşünceyi bir savaş makinesine dönüştürmek, düşünceyi göçebe bir güç haline getirmek”tir (Deleuze). Düşünmemiz bile yeterli, göçebeleşmemiz ise an meselesi. Son bir soru: Güzellik mi, çirkinlik mi?