Urfa Siverek’te “Rüyamda tebliğ edildi” diyerek Atatürk heykeline saldıran mürteci için basitçe “Meczup işte” deyip geçebilir miyiz, münferit bir hadise midir bu, marjinal bir eylem midir?

İsteyen meseleyi hâlâ böyle görme saflığında ısrar edebilir ama biz bunu yapamayız; cübbeli, sakallı, takkeli mürtecinin heykele tırmandığı o görüntü “büyük resmin” bir parçasıdır çünkü ve o büyük resmi diğer parçalarıyla birlikte görmedikçe, bu hadiseyi de, olan biten diğer şeyleri de hiçbir şekilde anlayamayız.

O büyük resmin adı “dinselleşme”dir, o büyük resim gericiliğin toplumu dönüştürme projesidir ve proje her gün gözlerimizin önünde hayata geçirilmektedir. Güncel örneklerine hepimiz şahidiz işte: Müfredattan evrim teorisinin çıkartılması, cihadın derslerde anlatılacak olması, Ensar’la Milli Eğitim Bakanlığı’nın imzaladığı protokol, İstanbul’da İslam üniversitesi kurma planları, müftülere nikâh kıyma yetkisinin verilmesi, hilafeti diriltme arzuları “ilk başörtülü büyükelçi” şovları…

Anlaşılan, rejim 16 Nisan şaibeli referandumunu kazanıp anayasal statüye kavuşmuş olmasının da etkisiyle, “devletin fethi”ni “toplumun fethi”yle taçlandırmak için vites artırmış, dinselleşme projesine hız kazandırmış durumdadır. Çünkü toplumun, devlet aygıtı kadar kolay teslim alınamayacağı, gerek 16 Nisan Referandumu’nda gerekse Adalet Yürüyüşü konjonktüründe, çıplak gözle görülebilmiştir ve toplumun yeterli ölçüde teslim alınamadığı bir durumda rejim inşasının tamamlanamayacağı açıktır.

İktidar partisi hegemonya kurmakta zorlanmakta, toplumsal rızayı kolay kolay tesis edememekte, toplumun çok önemlice bir bölümünün nezdinde giderek meşruiyet kaybına uğramaktadır. Dolayısıyla hem bugün için dinselleşme üzerinden safları sıklaştırıp, MHP, BBP ve tarikatlar örneğinde olduğu gibi dinci-milliyetçi iktidar blokunu tahkim etmeye çalışmakta, hem de yarınki tabanını, yarınki ideal vatandaş profilini yaratabilmek için dinselleşmeye yüklenmektedir.

Burada daha önce defalarca yazdığımız üzere, rejim belki hiçbir zaman anayasaya “Türkiye şeriatla yönetilmektedir” yaz(a)mayacaktır ama yaşadığımız süreç fiili olarak bir şeriat rejiminin kurumsallaşması, dinin siyasal ve toplumsal yaşamın hem kurucu hem düzenleyici ilkesi haline dönüşmesi olarak okunmalıdır. Yani Türkiye’de artık “Şeriat gelir mi” diye tartışmak abestir, gelen çoktan gelmiştir ve durumun böyle olduğunu bilerek hareket etmek gerekmektedir.

Dinselleşme dalgasının yükseltileceği ve iktidarın bu dalganın sırtına binerek yeni bir ivme yakalamak istediği açık olduğuna göre, “Ne yapmalı” sorusunda laiklik başlığının bir kez daha karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Din dersleri, imam-hatipleştirme, müfredattaki değişiklikler, yolsuzluk ve yoksulluğun üzerinin dinle örtülmeye çalışılması, müftülere nikâh yetkisi ve “çocuk gelin”ler meselesi, tarikat ağlarının devlet aygıtındaki etkinliği, iktidarın icraatları ile dinselleşme arasında kurulan özdeşlik… Bunların hepsi, gericiliğin toplumsal ve siyasal projesinin insanların hayatına doğrudan temas edişinin birtakım örnekleridir ve bu toplumun en az yarısında çok ciddi bir öfke birikimine sebep olmaktadır.

Eğer gericilik insanların hayatını doğrudan belirlemeye ve dinselleşme toplum üzerinde doğrudan rahatsızlık hissedecekleri bir baskı mekanizması haline gelmeye başlamışsa, laiklik mücadelesinin de doğrudan insanların gündelik yaşamlarıyla temas etme, bugüne ve geleceğe dair rahatsızlıklarıyla, endişeleriyle, meseleleriyle ilişkilenme zamanı gelmiş demektir. Bu ise laiklik mücadelesinin nasıl ete kemiğe büründürüleceği üzerine kafa yormak anlamına gelir ve yönelinilmesi gereken ilk alan eğitim alanıdır. Veli örgütlenmeleri, öğretmenlerin okullarda daha fazla inisiyatif alması, imam-hatipleştirmeye karşı semtlerde ve mahallelerde verilecek mücadeleler, alternatif evrim okullarının, atölyelerinin açılması, evrim broşürlerinin, kitapçıklarının bastırılması, zorunlu din dersleri için verilecek dilekçeler, açılacak davalar, ses getirecek kitlesel eylemler ve boykot, hepsi düşünülmeli, hepsi planlı programlı bir laiklik mücadelesinin unsurları olarak hayata geçirilmelidir.

Laiklik mücadelesinin kitleselleşip toplumsallaşması, bu mücadelenin taşıyıcısı olan, bu mücadeleyi halkla buluşturmayı amaçlayan öznenin de kitleselleşmesi ve toplumsallaşması anlamına gelecektir. “Rejime karşı nasıl mücadele etmeli” sorusuyla, “Sol bir çıkış için ne yapmalı” sorusunun kesişim noktası laiklik mücadelesidir ve bu iki soruyu ortaklaştırarak yanıtlamak artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Yalılarda oturmaya devam edebilmek adına, kendi kız çocuklarının başına gelmesine asla rıza göstermeyecekleri bir uygulamayı “Ha nikâh memuru, ha müftü, ne fark eder” diye savunabilme haysiyetsizliğinin karşısında bize düşen, artık basitçe bir hayat tarzını değil, hayatın kendisini savunmaktır ve savunma hattının kurulacağı yer de burasıdır.