Soğuk Savaş başlayıp esas düşman olarak SSCB ve komünizm hedef tahtasına konulduğunda, Batılı liberaller “totalitarizm” kuramını geliştirdiler. Buna göre komünizmle faşizm, SSCB ile Nazi Almanyası ve Stalin’le Hitler arasında hiçbir fark yoktu, çünkü iki tarafta da toplumu total (topyekûn) bir şekilde yönetmek isteyen ideolojiler/rejimler/liderler vardı. Bilerek gözardı edilen şeyse, bu rejimlerin yaslandıkları sınıflardan taşıdıkları ideallere […]

Soğuk Savaş başlayıp esas düşman olarak SSCB ve komünizm hedef tahtasına konulduğunda, Batılı liberaller “totalitarizm” kuramını geliştirdiler. Buna göre komünizmle faşizm, SSCB ile Nazi Almanyası ve Stalin’le Hitler arasında hiçbir fark yoktu, çünkü iki tarafta da toplumu total (topyekûn) bir şekilde yönetmek isteyen ideolojiler/rejimler/liderler vardı. Bilerek gözardı edilen şeyse, bu rejimlerin yaslandıkları sınıflardan taşıdıkları ideallere uzanan bir genişlikte, aslında birbirlerinin anti-tezi olmalarıydı. Liberaller içeriği analiz dışı bırakıp kimi biçimsel benzerliklerden yola çıkıyor ve SSCB’yi şeytanlaştırmak için “totaliter rejimler” tespitine ulaşıyorlardı.

Bunun bir benzeri iktidar partisinin yeni bir rejim kurma hedefinin gözle görülür hale geldiği andan itibaren Türkiye’de yaşandı. Başlarda iktidar partisiyle “vesayete karşı” ittifak yapan liberaller, giderek hızlanan otoriterleşme sürecinde AKP’ye “neo-Kemalist” demeye başladılar. Gerekçeleri ise ikisinin de otoriter, tekçi, tek partici, tek adamcı vs. olmasıydı. Yani yine “biçimsel” özelliklere bakıyorlardı. Oysa iktidar partisi 1923 Cumhuriyeti’nin laiklik, aydınlanma, ulus, yurttaşlık vb. değerlerinin anti-tezi bir siyasi geleneğin temsilcisiydi ve amacı 1923’ten geriye kalan ne varsa tasfiye etmekti.

Benzer örnekleri liberal kalem erbabı üzerinden değil, ortalama muhalif tiplemesi için de verebiliriz. Örneğin bundan 4-5 sene önce, Ukrayna’da Batı yanlısı bir ayaklanma başladığında, protestocuların meydanda piyano çalmasına bakarak hemen Gezi’yle bir benzerlik kurulmuş, ayaklanmaya yönelik bir sempati ortaya çıkmıştı. Oysa bu bakış olan bitenin içeriğinin ne olduğunu görmekten son derece uzaktı. Eylemlerin gerisinde açıkça jeopolitik savaşlar, Batı’nın müdahalesi, anti-komünizm ve neo-Nazi gruplar vardı. Ayaklanma başarılı olduğunda komünizme ait semboller yasaklandı, anıtlar yıkıldı, Lenin heykelleri kaldırıldı.

Ve şimdi benzer bir durum Venezuela için de geçerli. Buna göre sokaktaki eylemciler demokrasi savaşçıları, tepede ise bir diktatörlük var, Venezuela’daki rejimle Türkiye’deki rejim aynı, Erdoğan da Maduro da aynı tip liderler. Oysa bu, tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi çok ciddi bir yanılsama.

Marx “eğer görünüş ve öz aynı olsaydı bilime gerek olmazdı” derken haklıdır, odaklanılması gereken yer, görünüşteki benzerlikler değil, özdür ve o bize başka şeyler söylemektedir. Venezuela’da kamulaştırılmış bir petrol, petrol gelirleri üzerinden finanse edilmeye çalışılan bir sosyal devlet programı, yoksullara yönelik gelir transferleri, ücretsiz eğitim ve sağlık, aynı zamanda tabandaki meclisler üzerinden katılımın tesis edilmeye çalışıldığı bir demokrasi pratiği vardır ve tüm bunlar, başarıları, başarısızlıkları bir yana, Venezuela’nın ABD ve emperyalizm açısından “kötü örnek” olarak görülüp hedef tahtasına yerleştirilmesi için yeterli olmuştur.

Türkiye’deki rejim ise başından beri neo-liberal programı uygulamış, bütün kamusal varlıkları özelleştirmiş, sosyal devlet yerine hayırseverliğe dayalı bir sadaka devleti kurmuş, eğitimi ve sağlığı piyasalaştırmış, katılımı tamamen dışlayan bir “sandık demokrasisi” inşa etmiştir. Dahası emperyalizmle özsel bir derdi ve NATO üyeliğini, ABD üslerini, emperyalist bağımlılık ilişkilerini tasfiye etmek gibi bir niyeti yoktur. Venezuela’ya bakışı ise tamamen altın ticaretine ve pragmatizme dayalıdır.

Velhasıl, başka her şeyde olduğu gibi, Venezuela mevzunda da, hakikati görmek için “görünüş”e değil “öz”e bakmak yerinde olacaktır.