Prof. Remo Bodei, Enrico Morresi’nin Haber Etiği adlı kitabına yazdığı önsözde şöyle demektedir

Prof. Remo Bodei, Enrico Morresi’nin Haber Etiği adlı kitabına yazdığı önsözde şöyle demektedir;  “Tüm görüşler aynı düzleme oturtulduğunda, demokrasi de televizyonda satışı yapılan bir metaya indirgenir. Pek çoğuna göre, demokrasi, içeriğinden  soyutlanmış durumdadır: geride güçlü duygularla  yapay olarak üzeri kaplanmış, ama akılcı bir içerikten yoksun gösterişten başka bir şey kalmaz. Eğer dünya üzerindeki on evden yedisinde televizyon olduğu ve televizyonun diğer alternatif kaynaklara yeterince erişemeyen veya yeterli düzeyde okuma yazması olmayan insanların fikirlerini, kavramlarını ve duygularını büyük ölçüde biçimlendiren bir araç olduğu düşünülürse, bu aracın kullanımının politika oyununun kurallarını nasıl değiştirdiği hesaba katılabilir. Yani, televizyon “zoraki” bir konsensüs yaratır; zorakiliği konsensüsün şiddete bulanmış olmasından  değil, serada hızlandırılmış bir büyümenin, bir zorlayıcının dolayımıyla kotarılmış olmasındandır.”

Bodei’nin söz ettiği yedi evden birinde, 1Mayıs Taksim haberlerini izliyorum. Muhabir mikrofonu BDP İstanbul milletvekili S.Tuncel’e uzatarak, kırk bine yakın polisin miting için görevlendirilmiş olduğunu belirtiyor ve bu konuda ne düşündüğünü soruyor. Tuncel soruyu, bunun emekçilere  göz dağı vermek üzere yapılmış olabileceği şeklinde yanıtlıyor.

Muhabirin haberini alan haber masası ham haberi işleyerek kendince yorumlayıp Tuncel’i bir çırpıda ‘polis düşmanı’ olarak damgalayıveriyor. Haberin önceden hazırlanması diye işte buna denir. Bir başka deyişle haber yaratmak.

Medyanın büyük bir bölümünün bu öğrenilmiş, çalışılmış dezenformasyona yönelik sunumu yeni değil.

Bodei’nin deyişiyle her ev bir sera ve bu seralardaki hızlı büyümede medyanın kavgayı besleme girişimi büyük rol oynamakta.

Türkiye genelinde 1 Mayıs mitinglerinde meydana gelen birkaç küçük çatışma allanıp pullanıp, tekrar tekrar ekranlara getiriliyor.

Görsel basının beyin takımı için kavgasız gürültüsüz haberin değeri yok hükmündedir. Ufukta toz duman bir ortam görülmüyorsa mutlaka yaratılacaktır. Kavgayla beslenen toplum için dönüp dolaşılıp “ ne yapalım toplum böyle istiyor” lafzının arkasına sığınmak sıradan bir iş haline gelmiştir.

 

29 Nisan günü ÖDP’liler,  “barajsız, yasaksız demokratik Türkiye” sloganıyla Ankara Kızılay Meydanı’nda idiler.  İleri demokrasi safsatalarını deşifre eden konuşmalar yaptılar. Türkiye’deki kadük demokrasiden ve tekelci siyasetin demokrasi anlayışının dibe vurduğundan söz ettiler.

Ertesi gün ulusal basında - birkaçı hariç- bu eylem bir cümle ile bile olsa yer almadı. Türkiye ulusal basını için bir siyasi partinin seçimlere katılma hakkının gasp edilmesi haber niteliği taşımıyordu. Kızılay Meydanı’nda polisle çatışsaydılar işte o zaman birkaç satırlıkta olsa medyada kendilerine yer bulabilirlerdi. Tabii büyük bir ihtimalle yıkıcı, dökücü, marjinal, anarşist vb sözcüklerle yaftalanarak..

Peki aynı gün haber niteliği taşıyan, medyaya göre önem arz eden konu neydi?

İngiltere Kraliyet ailesinin düğün töreniydi elbette.

Kimi gazetelerde manşetten verilen tören, kimilerinin iki tam orta sayfasını işgal ediyordu. Kimi köşe yazarlarının da düğün törenini köşelerine taşıdığını göz önüne alırsak ortalama üç tam sayfa tören ve cümbüş haberi.

Satışları genelin % 90’ını bulan bu yazılı basının ‘demokrat’ ve ’ aydın’ köşe yazarları da bu duruma duyarsız kalmakta olduklarına göre öyle anlaşılıyor ki cüzdanları ile vicdanları arasında tercihlerini çoktan yapmışlardı.

Öyle anlaşılıyor ki düşük tenörlü vicdanlar ağızlarına sakız ettikleri “demokrasi”, “hak”, “adalet” gibi sözcükleri zihinlerinin en uzak bölgelerinde ikamete mecbur kılmışlar..      

Maskeleriyle her daim bir sis gibi çökmüşlerdir yaşam alanlarımıza..

Ne zaman doğaya çıksam, dağlara vursam kendimi her gördüğümde hayran kaldığım ağaçlar vardır. O ağaçlar ki yalçın kayaların çatlağında kök salıp yer çekimine meydan okurcasına büyümeye, ayakta kalmaya, her türlü zorluğa rağmen var olmaya çalışırlar.

İşte aşksa bu aşktır. İnatsa bu inat.

 Sokaklarda, meydanlarda işliklerde fabrikalarda, tersanelerde, madenlerde, tarlalarda var olmaya çalışan, direnenlerin inadını bu ağaçların inadına benzetirim hep.

Yaşamın içinde ağustos dereleri gibi akarlar. Suya en çok ihtiyaç duyulan anda sudurlar.

Tarifle karın doyurup, yedikleriyle yetinenlerin seralarında birer aynadırlar.

O aynalar ki maskeleri tanırlar, tanıtırlar….