Akşam vakti, tepelerin tümü karakollu, karakollar ışıklı… Munzur ile Peri’nin birleştiği noktadan geçerken dolmuş, kucağındaki çocuğu yalancıktan ağlayan, kendisi ise kafasını arkaya çevirip...

Akşam vakti, tepelerin tümü karakollu, karakollar ışıklı… Munzur ile Peri’nin birleştiği noktadan geçerken dolmuş, kucağındaki çocuğu yalancıktan ağlayan, kendisi ise kafasını arkaya çevirip, tanıdıklarıyla Kürtçe hasbıhal eden kadın, işaret parmağını üç defa öpüp alnına götürüyor. Çünkü Munzur ile Peri’nin birleştiği yer, Dersimliler için ibadet. İbadeti bol, tarihi kan-revan, yüzü güleç Dersimliler, yağmurun bulandırdığı Munzur boyunca saz çalıp türkü söylüyor. İşte size bunu anlatacağım. Ergenekon, güncel siyaset bir yana… Tanklı toplu şehre bakalım biz biraz. Ergenekon nerede başlar, nerede biter, varın siz karar verin.

Şehre girerken, teypten, dertli dertli türkü söyleyen kadınların sesi dolmuşu dolduruyor. Sarp dağlar, yeşil ormanlar, sessiz kasabalardan geçiyoruz. İlk değil Dersim’e gidişim. Ben böyle yazdıkça bilmeyen belki şaşırır Dersim de nere? Tunceli demiyorum. 38 evvelinden kalsın bu isim. Tunçtan bir elin kıyıp geçtiği aşiretlerin hüzünlü sarı-siyah fotoğrafları gibi kalsın beynimizin tam ortasında: Dersim…

Araba sallanarak, hızlanarak ilerliyor. Sonra yol kenarlarında, burunlarını dağlara çevirmiş tanklar görünüyor. Değil panzer, değil cemse falan. Tanklar görünüyor. Sonra askeri konvoylar… İlerledikçe artıyor her şey. Yeşilin rengi hakiye bürünüyor. Dağlara yazılı “Ne mutlu Türküm diyene” sözleri, “Ya benimsin ya toprağın” gibi, arabeskçe, bir o kadar korkulu, sırıtıyor. “Önce Vatan” var tüm dağlarda. Peki sonra ne? Vatandaş mı? Beyaz bıyıklı yaşlılar, şalvarlı kadınlar mı? 1938’de kalmış, “Hewww!” diyen, “Pepuk kuşu öttü durdu” diyen, dedikçe işaret parmaklarını ısıranlar mı?

Kontrol noktası… Uzaktan bakan karnaval alanı zanneder. Yüzlerce araba iki yönlü tutulmuş. Tek tek kimlikler toplanıyor. Bir genç başka bir gence “Yoldaaaşşş, bak hele” diyor. Koca bir ironi! Gencin adı Yoldaş… Bak bakalım kimliğine ne çıkacak? Mahir, Taylan, Sinan… Önce Vatan!..

Ve şehrin içi… Trafik polisleri tekerlere bakıyor, özel timler yüzlere, askerler kimliklere, sivil polisler eşgallere…  Sokakların kimileri kesik. Dolan geç. Herkes herkesi tanıyor. Gençler polisi, polis askeri… Bir parça yer zaten. İnsan başına bir polis, bir de asker düşüyor temizinden. Palavra meydanının kenarında duvar diplerine dizili polisler her geçenin gözünün içine bakarken, Munzur’un kenarından türkü sesleri yükseliyor. Rakı masası kurmuş bir grup orta yaş üstü adam. Zazaca, içinde ancak Zazacabilmez birinin “komando”, “taburo”, “wayiiii!” kelimelerini kavrayabileceği türküler dökülüyor adamın ağzından. Yukarı tepelerde nöbet tutan askerleri hangi memleketten hangi memleket düşüne götürür bu ses acep? Yoksa götürmez de orada çakılı, çivi gibi saplar mı kayaların yamacına. Tetikte…

Ve bir sokak ressamı… Sipariş üzeri resim çizenlerde çok görürsünüz mesela bir Hülya Avşar, İbrahim Tatlıses karakalem portresini. Neler var peki bu ressamda? Seyit Rıza, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş…

Gençlerin kollarında Zülfikar dövmesi. Boyunlarında Che kolyesi. Şalvarlara eş satılıyor 12 imamların tasviri ile sarı-kırmızı-yeşilden Bob Marley bileklikleri. Kim ne anlarsa deyin siz.

Munzur’a bakan bir çay bahçesinde buluşursun de ne konuşursun peki? Slogan atan delileri, işkence görse de dişleri sökülse de yaşadıklarını anlatırken gülen adamları, birbiriyle dalga geçenleri, hovardalıkları, solcuların 80 öncesi argümanlarını, her şeyi, tepelerde yükselen askeri ışıklar, sokaklardaki özel timler ve tanklar, taburların ortasında, arasında anlatıp gülersin. Yoksa nasıl geçer hayat bir parçacık Dersim’de… Her şeye rağmen, nasıl geçer ki? İyidir velhasıl gülümsemek.