“Güneşin Sofrasındayız” oyunu da, Genco Erkal’ın Nazım Hikmet ile Bertolt Brecht’in eserlerinden kolaj yaparak ortaya çıkardığı müzikli bir oyun. Muhteşem oyuncuları kadar, karanlığın içinde “daha iyiyi” düşünmek, duymak, istemek, umutlanmak için de gidilecek bir oyun

Hadi, hep beraber 'Güneşin Sofrası'na

Bir yanda bombalar, katliamlar, öte yanda tutuklama, kapatma, basma, sindirme hikayeleri... Bir yanda “diktatörlük söylemini umursamadığının ilanı”, öte yanda muhalefetin bilinenlerin tekrarından öteye gitmeyişi...

Buna karşın toplum direniyor. İktidar ne kadar hırpalasa da, gazetecisinden yazarına, siyasetçisinden akademisyenine, öğrencisinden annelere uzanan bir direniş ve umut var.

Teslim olmayacağız diyorlar; bunlar geçecek diyorlar ve trajediyi direnişe dönüştürmeyi bildikleri gibi, karanlıklar içinde aydınlık ve dayanışma yaratmasını da biliyorlar.

Onlar gibi, umudu yaşatan sanat ve sanatçılar da var; biri de Nâzım Hikmet.

Yalnız okudukça, dinledikçe değil, adlarını anmakla bile “daha iyi” bir şeyler için umutlanmaya başladığımız sanatçılar bunlar.

“Güneşin Sofrasındayız” oyunu da, Genco Erkal’ın Nâzım Hikmet ile Bertolt Brecht’in eserlerinden kolaj yaparak ortaya çıkardığı müzikli bir oyun. Muhteşem oyuncuları kadar, karanlığın içinde “daha iyiyi” düşünmek, duymak, istemek, umutlanmak için de gidilecek bir oyun.

Oyun, bu yaz önce yasaklanmış, sonra Mahmut Muhtar Paşa Konağı’nın bahçesinde oynanmış. Seyredenler bu ortama pek yakıştırmışlar oyunu; onu kaçırdım. Kışın Kenterler Tiyatrosu'na taşınınca, orada seyretme fırsatım oldu. Bu sahnede de etkileyici bir oyun seyrettik.

Her iki ustanın şiirlerinin Genco Erkal’la birlikte yeniden hayat bulmasına önceki oyunlarından oldukça aşinayız. Yine de, Genco Erkal’ın bitmeyen enerjisi ve her oyunda artan mükemmelliğine Tülay Günal’ın müthiş sesiyle söylediği şarkılar katılınca, izlemeye doyamayacağınız bir oyun çıkmış ortaya.

Oyun, ara vermeden, kendi içinde değişimler geçirerek şairden şaire geçmek biçiminde düzenlenmiş. Bu geçişler içinde farklı olaylarla farklı duygular birlikte yaşanıyor. Sonuç olarak, bir dakikasını bile kaçırmak istemediğiniz, pür dikkat izlediğiniz dinamik bir oyun çıkmış ortaya. Yorgunluk ya da doygunluk hissetmediğiniz bir oyun...

İlk bölümde Nâzım Hikmet’tin alıştığımız mısraları Genco Erkal’la birlikte dolduruyor sahneyi. Hapisteyken, Piraye’ye yazılmış “Saat 21-22” şiirleriyle sevdaya ve hasrete bulanıyoruz.

“Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşam kırkı geçmişken...”
Tülay Günal, merdivenin tepesinden Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Nâzım için yazdığı, Zülfü Livaneli’nin bestelediği şarkıyı söylüyor:
“ Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek gibi temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Döşek diken diken yastık batıyor
Yiğidim aslanım burda yatıyor”


Oyun, Genco’nun okuduğu şiirler ve Günal’ın farkı sanatçıların bestelediği şarkılarıyla dönüşümlü olarak devam ediyor. Nâzım’ın Yaşamaya Dair, Kerem Gibi, Dünyayı Verelim Çocuklara, Taranta Babu'ya Mektuplar gibi, yaşam sevdası ile umudu, bir de dünyayı ve insanı kötülüklerden koruyamayışımızın acısını aksettiren şiirleri ile bunlardan düzenlenen şarkılar arka arkaya gelmekte.

Yaşama aşkı var karşımızda;
“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.”
Mücadele azmi var;
“İşte böyle Laz İsmail,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!”
Birlikte “yanmaya” çağrı var;
“Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır,
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
eritmeğe
çağırıyorum...
Ben diyorum ki ona:
Kül olayım
Kerem gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karanlıklar
aydınlığa..”


Daha iyi bir dünya için “yanmayı “göze alan şairle birlikte biz de yanıyoruz. Tiyatro salonundaki duygular elle tutulacak kadar yoğun!

Duygular oyun boyunca durulmuyor. Örneğin Günal’ın, o enfes sesiyle Kız Çocuğu’nu söylemesi...

“Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler
Hiroşima’da öleli
Oluyor bir on yıl kadar
Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar”
Taranta Babu şiirlerinden sunulan bir demet...
“Yaşamak ne güzel şey
TARANTA-BABU
Yaşamak ne güzel şey…
Anlayarak bir usta kitap gibi
Bir sevda şarkısı gibi duyup,
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK
Yaşamak
Birer birer
Ve hep beraber
Ipek lşi bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan
Sevinçli bir destan
Okur gibi,
YAŞAMAK.”


İnsan sevgisi, yaşam sevgisi, memleket sevgisi ile dolup taşan, bu sevgiyle teslim olmak değil kavgayı haykıran bir şairi dinliyoruz. Genco Erkal da, bunları kanatlandırıp hepimizi sihirli bir dünya içine sokmakta. Öyle bir sihir ki, dışarıdaki karanlığı unutturup, “sevinçli bir destan gibi” yaşamak istiyoruz.

Yalnız o da değil; Günal’ın şarkıları var bir de... Yumuşacık bir ses bulut gibi içinize işliyor. Dinlemeye doyamıyorsunuz.

Sonrasında, bu düzene şiirleri, oyunlarıyla sivri oklarını batıran Brecht geliyor sahneye. Erkal, başta Üç Kuruşluk Opera olmak üzere birçok oyun ve şiir arasında dolaştırıyor bizi. Sınıf çatışması, savaş karşıtlığı, hak ve adalet arayışını dillendiren Tahterevalli, Köpek balıkları İnsan Olsaydı, Adalet ve Ekmek, Mack the Knife ve Alabama Songs gibi şiirler ve şarkılarla başka bir havaya geçiyoruz.

Sermayeye, adaletsizliğe, savaş sevdalılarına çuvaldız batırmayı biliyor Brecht; çok da güzel yapıyor bunu. Ama eğlenceli olmasını da bilmekte; Erkal’ın yorumları da ona göre... Şuna bir bakın!

Bir Oğul Doğarken
Çocuğu olan ana baba Akıllı olsun ister illa.
Benimse, akıllılık yüzünden
Gelmedik kalmadı başıma.
Aman benim oğlum
Cahil olsun isterse
Hatta mankafa.
Hükümete bakan olur ne güzel.
Rahat bir hayat sürer.
Sunulanlar arasında Pezevengin Türküsü de var; “Adalet ve Ekmek” de...

Günal da, şarkıları ile bu iğneleyici, ama eğlenceli havayı devam ettirmekte. “Cebin doluysa bak, yaşamak rahat” diyor; “halkın ekmeğidir adalet” diyor.

Erkal’dan “Yukarıdakiler der ki”yi dinliyoruz.

İyice görüyorum artık düzeni
Orada bir avuç insan oturuyor yukarıda
Aşağıda da birçok kişi.
Ve bağırıyor yukardakiler aşağıya;
“çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda”
ama iyice gözlediğinde görüyorsun
neyin saklı olduğunu
yukarıdakilerle aşağıdakiler arasında
bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta
yol değil ama
bir tahta bu
ve şimdi görüyorsun açıkça;
bir tahterevalli tahtası
bütün düzen bir tahterevalli aslında
iki ucu birbirine bağımlı
yukarıdakiler durabiliyor orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda.”


“Köpek balıkları insan olsaydı” ile gülmekle ağlamak arasında dolaşıyoruz.

“Ayrıca köpek balıkları insan olsaydı,
tüm küçük balıkların şimdi olduğunun aksine, birbirleriyle eşit olmaları son bulurdu.
Bazıları birtakım makamlara getirilirler ve diğerlerinin üstünde olurlardı.
Hatta birazcık büyük olanlar daha küçükleri yiyebilirdi de.
Bu da, köpek balıklarının daha da işine gelirdi,
çünkü o zaman daha büyük lokmalar yutabilme olanakları olurdu.”
Söylediklerinin özetine gelince;
“Vatan millet hep palavra, savaşlar da bahane
Bu düzende tek kural var, artmalı hep sermaye”


Ne kadar yakın; değil mi?

Bu bölümü, Nâzım’ın gurbet döneminin şiirleri ve şiirlerinden bestelenmiş şarkıları izliyor. İki usta var karşımızda; biri, sıcacık ve güçlü dizeleriyle Nâzım Hikmet; diğeri mükemmel yorumuyla bunlara hayat veren Genco Erkal.
Bir de bunlara eklenen Günal’ın, o sakin, duru ve duygu dolu sesiyle söylediği şarkılar…“Karlı Kayın Ormanında” veya “Bulutlar Adam Öldürmesin”i Günal’dan dinlemek anlatılamaz güzellikte.

“Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.”


Oysa, bulutlar değil uzun menzilli silahlar, bombalarla analar, çocuklar, kim varsa öldürülmekte. Ölmeyip sağ kalanların da, yabancı ellere göçten başka çareleri yok: Ne dünya!!!

Şarkılar devam etmekte;

“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte yürekte yürekte
yani yürekte yürekte yürekte…”


Ve de;

“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın.”


Öyle bir etki ki bu; şairin acısı içimize dolmakta. Yine de umutsuzluğa yer yok;

“Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.”


diye haykıran bir şair var karşımızda. Oyun da bu şarkıyla bitiyor; hep birlikte söylüyoruz.

Tiyatrodan çıkarken, güzel bir oyunu seyretmenin keyfi de vardı, bazı gerçeklerin yüzümüze vurulmasından gelen bir keyifsizlik de... Aşkla, sevgiyle, yaşama gücü ve mücadele azmiyle de dolup taştık; insanlığımızı ve zavallılığımızı da hatırladık. Düzenin sahtekarlığı önümüze serilirken moralimiz de bozuldu; “sen yanmasan, ben yanmasam” diyen şairle gücümüzü de hissettik

Sonuçta, “bunlara doyum olmaz” diyerek ayrıldık tiyatrodan. Kendi adıma,

“bir daha izlemeliyim” diye düşünerek ayrıldım.

O yüzden, “Güneşin Sofrasındayız” oyununu kaçırmayın diyorum. Keyif almak gibi, kendinizi yenilemek açısından da kaçırmayın.