Adliye olayının yaşandığı günden beri deli saçması bir gündemin içine sokulmuş, ucunda ışık görünmeyen bir tünelin içinde yuvarlanıyoruz. Odadaki herkesin yaşamını yitirdiği “başarılı operasyon”un ardından iktidar kaynaklı inanılmaz bir propaganda yapılmaya başladı.

Bilmem kaç düzine kanal ve gazeteyi kapsayan milli irade medyası 7-24, ama hiç durmadan, ama gece gündüz, ama çıldırmışçasına, ama fabrika gibi terörist imal ediyor.

“Bu günlere nasıl geldik? İşte Kılıçdaroğlu’nun o konuşması.”

“Terör kimden yüz buluyor? İşte Demirtaş’ın o sözleri.”

“Teröristlere terörist diyemediler... İşte Doğan medyasından başlıklar.”

“Resmen terörü çağırdılar. İşte o ünlülerin sokağa çıkma çağrısı.”

“Teröristlerin destekçileri kimler? İşte gezi eylemlerinde yaşananlar.”

Başbakan ve cumhurbaşkanı tüm muhalefeti ve iktidar beslemesi olmayan basını teröre yardım yataklıkla suçladıkça medyaları daha da coşuyor. Bir haftada terörist ilan edilmedik kimseyi bırakmadılar.

İşi gazetelere terör soruşturması açmaya, haber takiplerini engellemeye kadar götürdüler. Hatta gazetelerin ve muhalefet liderlerinin isimlerinin baş harflerinden “gezizekalı” benzeri ucuz bir kinayeyle DHKP-C yazıp Okmeydanı sokaklarına asmayı bile denediler.

Toplumu sokaktaki her beş kişiden üçünün terörist olduğuna ikna etmek için seferber olmuş bir devlet var.

Peki madem. Bu kadar seviyorsunuz terör konuşmayı. Konuşalım. Biraz terörden bahsedelim.

Felsefi bağlamından koparıp dildeki anlamıyla ele alalım. Çünkü iktidar öyle seviyor.

TDK teröre tedhiş diyor. Sistemli şekilde şiddet kullanma, baskı, korkutma, yıldırma. Topluma korku yayan hareketler. İnfial yaratma.

Mesela infial yaratan en yakın gelişme neydi bu ülkede? Daha iki gün öncesine gidelim. Neredeyse tüm büyük sosyal medya siteleri bir mahkemenin kararıyla kapatıldı. Dünyanın haber ve iş ağını kurduğu koca siteler bir kişinin emriyle erişilemez oldu. Acaba bu olay toplum içinde “dünyadan kopuyor muyuz, izole mi olacağız” endişesi yaratmaz mıydı? TERÖRize etmez miydi ortalığı?

Devam edelim terör konuşmaya. Televizyon kanallarında nükleer santral reklamı dönüyor şu aralar. Nükleer deyince bir neslin aklına Çernobil faciası ve eseri 240 bine yakın kanser hastası gelir. Bir neslin aklına da Fukushima ve Japonya’dan Avrupa’ya dek yayılan radyasyon. Acaba insanlar nükleer reklamlarını görünce “bize vaadedilen gelecek bu mu” diyerek TERÖRe kapılıyor olabilir mi?

Peki tarihimizin en acı ve sonrasında enteresan olaylarından Soma maden katliamı? Orada bir başbakanın ağzından “yuhalarsan tokadı yersin tabii” sözlerini duyduk. Bir başbakan danışmanının yerde madenci tekmelediğine ve sonradan terfi ettirildiğine şahit olduk. Tüm bunlar TERÖR eylemi çerçevesinde değerlendirilebilir mi? Çünkü bir hayli dehşete kapılanlar, korkanlar, ülkeye dair ümidini yitirerek yılanlar olmuştu.

Ya iç güvenlik yasası? Yine şimdiki zaman. Polisin savcı iznine, hakim kararına gerek duymadan, gerekçe gösterme zorunluluğu olmaksızın birini alıp 48 saat gözaltında tutabilme hakkı neye yol açar? Sokakta polis gören her vatandaş artık korkuya kapılıp TERÖRe maruz kalmış gibi yolunu değiştirmeyecek midir?

Biraz biraz terörden bahsetmeye başlayabildik gibi. Madem topluma korku yayan, dehşet yaratan olayları tasvip etmiyorsunuz. Samimisiniz bu konuda.

“Demirtaş terör diyemedi”den sonra “artık 15 yaşında ölü bir çocukla polemiğe girmesek mi” diye sorun.

“Kılıçdaroğlu terör yayıyor”dan sonra “sürekli kurtuluş savaşı içerisinde olduğumuzu söyleyip durduk yere toplumda tedirginlik yaratmasak mı” yollu bir haber yapın.

“Gezicilere yüz veren sanatçılar”dan sonra “asgari ücretin açlık sınırında durduğu ülkede bu kadar masraflı bir saray halkın gururunu incitmiş olabilir mi, dehşet algısı yaratıyor mudur” bahsini açın.

Niyetiniz bir olayı kullanarak toplumu terörize etmek, muhalefeti sindirmek, basının gözlerini bağlamak değil de terörü engellemekse, buyrun.

Serkan öğretmen

Ömrü hayatını kariyer hesaplarıyla sağa sola yaranarak geçirmiş bir vali yüzünden güzelim öğretmeni, Halil Serkan Öz’ü kaybettik. İnsanın içini en çok yakan da bunun olay değil bir durum olması. Hepimizin başı sağ olsun.

Aslında bu hafta Halil Serkan Öz’ü, Fakir Baykurt’u, Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ü anlatıp kronik “valilik belasından” söz etmek de isterdim ama malum köşenin hacmi belli. Hikâyeyi bilahare internet üzerinden yazıp paylaşacağım, bu konuda biraz içim soğursa.