Bazen hafiflemek istiyor insan, şu gökyüzünde uçan martı gibi, rüzgârın yani zamanın akışına kendini bırakıp. Hafiflemek kolay iş değil. Hafiflemeyi Deleuze, “Kritik ve Klinik”te gülmek, oynamak, dans etmek, yani olumlamak olarak tarif eder, Dionysos’un okşamasıyla, ruh etkin hale gelir, yükünü atıp gökyüzüne doğru uçar…

İntikam, güvensizlik, gözetleme, kötü niyet ve hınç, insanı ağırlaştırıp aşağıya doğru çeker. Dipsiz bir düşüştür bu. Gazetelerde, televizyonda, sokakta tanık olunan haksızlıklar, kötülükler, birer birer yutulur ve eğer o kişinin hayatında hiç olumlama yoksa, çaresizlik ve hayal kırıklığıyla sindirilemez bütün o şeyler, ağırlaşır ruh.

İzlediğiniz bir film, okuduğunuz roman ya da dinlediğiniz müzik, çok acı şeylerden bahsediyor olsa bile bir olumlamadır bazen, o acının ruh tarafından sindirilmesine yardım eder. Başınıza kötü şeyler geldiğinde bir arkadaşınıza ya da sevgilinize anlatınca yaşanan rahatlamaya benzer, o kadar da kötü değildir hiçbir şey; çünkü acınız başkası tarafından duyulmuş, anlaşılmış ve varlığınız onaylanmıştır. Artık sakinleşip kötülükle, acıyla nasıl mücadele edeceğinizi düşünebilirsiniz.

Savaş filmleri sahnelerinde vardır, arkadaşı yaralanmış ve ölmek üzeredir, ona “Sakin ol, iyi olacaksın, her şey yoluna girecek” der. Bunu gözyaşları içinde söyler asker, yalan olduğunu bile bile, ama o yalanı inanarak söyler, yani yalan gibi değildir o kısacık anda. Ölen asker, yalnız olmadığını hissederek, uykuya dalar gibi gözlerini kapar…

Fatih Akın’ın “Paramparça” filmini izledikten sonra, ruhum ağırlaşmış ve dağılmıştı. Savaş filmi değildi ama savaştı anlatılan. Filmin paramparça etkisi, hayatın olumsuzlanmasından kaynaklanıyordu ve bu olumsuzlamayı giderecek tek şeyin şiirsel adalet olduğunu düşündürtüyordu. Siyasi adaletsizliklerin doğuracağı korkunç çaresizlikle yüzleştirdiği için de gerçekçiydi çok. Sinema salonunda çoğu kişinin karanlıkta gözyaşlarını sildiğine eminim; çünkü filmde anlatılan çaresizlik, bu topraklarda yaşayanların yakından tanıdığı bir duyguydu.

Peki bir sanat yapıtı, ne kadar gerçekçi olabilir? Deleuze, “Sanat, sahtenin en yüksek gücü değil midir?” diye sorar. Sahtenin en yüksek gücü, dönüştürebilmesinden kaynaklanır, başka yaşam olasılıklarının yaratılmasında. Fatih Akın’ın filmi, bu açıdan bir olumlamadır, hukuk sisteminden siyasi kültüre pek çok şeyi çıplak bir biçimde eleştirerek başka türlü yaşanabileceğini gösterdiği için. Özfarkındalık olmadan değişmek, değiştirmek imkânsızken…

Hafiflemek istiyor insan bazen. Çekip gitmek, kaybolmak, gökyüzündeki şu martı gibi… Hayatı olumlamadan bütün bu olumsuzluklarla nasıl baş edilebilir ki? Hafiflemek deyince, John Berger’ın, bir ağacın altında toprağa yatıp gökyüzüne baktığında, “dünyanın yüzeyine yayılma”, “dünyanın eğimini vücudunda hissetme” diye tarif ettiği o duyguyu anlıyorum. Gökyüzüne bakıp maviliğin tekdüze olmadığını fark etmek, ağacı daha iyi görebilmek için gözleri kapatıp yaprakların hışırtısını dinlemek. İnsanın içindeki bütün o eleştirel kendiliklerin sustuğu, yargılamanın sona erdiği an, yeni bir varoluş hali ortaya çıkar. Deleuze, “yargılama”nın karşısına “varoldurma”yı koyar bu yüzden, “yargı, her yeni varoluş kipinin gelişini engeller” diyerek. Winnicott’ın kişinin kendi hayatını yaşamaya değer olduğunu hissetmesini yaratıcı kavrayışa bağlaması, hafiflemenin bir önkoşulu gibidir; boğun eğmenin ve boyun eğdirmenin verdiği o boşunalık hissine karşı.