Günther Anders’in 1940’lardan 1970’lere kadar kaleme aldığı Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam! klasik bir günlük değil. ‘Dünyanın tahribatına ve var oluşumuza kasteden yıkım’a dair notlar bunlar.

Hafızanın ağırlığı unutma tehlikesi

Ali BULUNMAZ

İki dünya savaşını, ekonomik çöküşleri, toplama kamplarını, soykırımları, atom bombalarını, işgalleri ve Soğuk Savaş’ın gerilimli ortamını gören, 1902’de doğup 1992’de ölen Günther Anders; militarizmi, totalitarizmi, endüstri devrimini ve tüketim kültürünü kıyasıya eleştirirken tarihten ve tarihî gerçeklerden kopmadı ama kendi tarihini görünmez hâle getirdi. ‘Biyografim yok, yaşamım fragmanlardan oluşuyor’ ifadesi tam da bu görünmezliğe denk geliyordu.

Kaleme aldığı kitaplarda (başta İnsanın Eskimişliği olmak üzere), insanın dünyayı anlama mücadelesini ve yaşamın siyasi figürler tarafından nasıl anlamsızlaştırıldığını işledi.

Korkuyu öteleyip ‘Her şey yapılabilir’ diyen kişilerin ve ‘her şeyin yapılabileceği’ insanların ruh hâlini düşündü. Sayısı hayli fazla olan ilk gruptakileri yeren metinlerinde, ‘korku cehaleti’nden bahseden Anders, meseleye varoluşçu tavırla yaklaştı. Korkuyu bilmekten ve yaşamaktan, korku iklimi yaratmaktan ve korkuyu kullanmaktan söz etti, birlikte güç kazanmanın önemini vurguladı.

Korku yaratma, korkuyu kullanma ve yaşama gibi konular üzerinden insanın var oluşunu çözümleyen Anders, kişinin nesne hâline getirilişine kafa yorarken İnsanın Eskimişliği’nde ‘iyimserliğin, bireyi nesneleştiren şeyin onun bilimsel açıdan değil, insanın insana reva gördüğü muamele olduğunu anlamasını uzun yıllar engelledi’ diye yazmıştı. Bir başka deyişle insanın, insanlığı tahrip ettiğini anlatmaya uğraşmıştı.

Bahsi geçen tahribat, Anders’e göre insanın değişmişliğiyle ve doğasından uzaklaşmasıyla yani endüstriyel devrimin yaşama kattıklarıyla açıklanabilirdi. Teknoloji felsefesi yaptığını söyleyen yazar, hem insanın yeni durumunu anlamaya uğraşıyor hem de sistem eleştirisine imza atıp hümanizmin nasıl yerle bir edildiğini ortaya koyuyordu.

Anders, teknolojik sıçramalara yönelik eleştiriler geliştiriyor, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımı ve Soğuk Savaş’ın nükleer felakete yol açma ihtimalini göz önünde bulundurarak ‘umutsuzluğunu’ ve çağa nasıl uyum sağlayamadığını anlatmaya çalışıyordu.

Şimdi karşımızda Anders’in söylemiyle ve tüm metinlerine paralel olarak yazdığı; eserlerini bazen paranteze alarak yaşamının önemli dönemeçlerini kaydettiği günleri var: Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!, yazarın İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ABD’de ve Avrupa’da yaşadığı dönemlerdeki izlenimlerini kapsıyor. Bunun yanında Anders, Avrupa ve Amerika’daki kültürel, siyasi ve sosyal iklimi de felsefi bir bakış açısıyla yorumluyor.

hafizanin-agirligi-unutma-tehlikesi-901685-1.

GERÇEKLERLE BERABER YÜKSELEN TAKLİTLER

Anders, Latince ‘Vita brevis-hayat kısa’ deyişine atıf yapıyor belki ama yaşamının, ‘fosil çağının derinliklerine uzandığını’ söyleyip 1940’lardan itibaren tuttuğu günlüklerine hatırladıklarını ve başından geçenleri kaydediyor.

Birbirini boğazlayan insanları bir tarafa, ABD’nin iliklerine işlemiş Hollywood ışıltısını diğer tarafa koyan Anders, kostümlerden film stüdyo ve platolarına dek ülkede yaratılan tarihi yorumlayıp kültür endüstrisini eleştirirken üretim sahasında gezinerek ‘tarih oldum olası kendi kendini çarpıtmasının devamlılığıydı’ diyor. Tarih ve konfeksiyonun iç içe geçmişliğini, gerçeğin yanında hızla yükselen taklidi, Hollywood kültürü üzerinden eleştiriyor yazar.

Yaşadıklarını, etrafında olup bitenlerle harmanlayarak notlar hâlinde anlatan Anders, pembe bulutlar üzerinde gezenlere inat ‘uzaktaki’ savaşta birbirini öldürme yarışına girenleri; kostüm cephaneliğine karşı silah depolarını hatırlatıyor.
Büyük sözler kadar büyük eylemlerde bulunmuyor insanlar yazara göre. Tabii tersi de geçerli bunun. Anders, ‘kendi benliğimizle aynı hizaya gelememişiz’ diyerek açıklıyor söz konusu durumu. Bu sırada felsefeye, psikolojiye ve kültür teorilerine yoğunlaşan yazar, ‘düşünen değil, hisseden yanımızla’ dünyaya ve tarihe ne kadar yabancı olduğumuzu vurguluyor. Yaşama değil yaşamlara; farklı dönemlere gönderme yaparak neyin ya da nelerin yanlış gittiğini veya yanlış yorumlandığını anlamaya uğraşıyor. Bu sırada insanların düştüğü hatadan bahsediyor: “Gündelik tasalar bizi ince sorunlara karşı körleştirmekle kalmadı, asıl ve daha önemli sorunları görmemizi de engelledi -hem de öyle ara sıra değil- onları da lüks sayıp bir kenara itmemize yol açtı. O kadar sık oluyordu ki sağa sola koşturmaktan bitap düştüğümüz ve -hayır bilemedin, uyku değil, tam tersi- uykusuzluk yüzü göremediğimiz. Oysa asıl dertlerimizle layıkıyla ilgilenebilmek için uykusuz kalmaya o kadar ihtiyacımız vardı ki…”

‘BİR TÜR MİKROSKOP OLARAK VARIM’

Zamanın ve olup bitenin değiştirilemezliğini düşünen Anders; dilin imkânlarını ve zihnin olanaklarını zorlamayı teklif ediyor, ABD’den Avrupa’ya döndüğünde uzakta bıraktığı geçmişini gözünün önünden geçirip kaleme kâğıda sarılıyor: Vakti zamanında Avrupa’dan nasıl atıldığını, memleketinin ne hâle geldiğini, topraklarına döndükten sonra büyük kentlerin birbirini taşralaştırdığını fark ediyor ve bir zamanlar ‘görülecek bir şey kalmadığına inandığı’ günleri anlatıyor.
Bir başka deyişle uzak ve yakın geçmişin hatıralarının, benliğinin, ABD ve Avrupa kültürünün, iki coğrafyanın siyasi anlayışının ana caddelerinde ve arka sokaklarında; şehirlerinde ve taşralarında dolaşan Anders özgürlüğü, sürgünlüğü ve tutsaklığı, tarihî ve felsefi bağlamda yorumluyor. Hatırlamanın ağırlığından ve unutma tehlikesinden bahsediyor.
Geçmişi ve şimdiyi anlamak için ‘karakter sağlamlığı gerekiyor’ derken harabeler arasında gezinip geçmişle yüzleşme diye bir şeyin var olup olmadığını düşünüyor 1950’lerde. Bu dönemde, Hiroşima’yı ve Auschwitz’i yirminci yüzyılın en büyük ahlak skandalları diye niteliyor ve onların önümüze en önemli ahlaki ödevleri koyduğunu belirtiyor.

Anders’in 1940’lardan 1970’lere kadar kaleme aldığı Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!, klasik bir günlük değil. Hatta bazı bölümleri hariç, günlük de değil. Yazarın ifadesiyle ‘dünyanın tahribatına ve var oluşumuza kasteden yıkım’a dair notlar bunlar. Dolayısıyla bildiğimiz günlüklerdeki ifadelerden çok, bir resmiyet içeriyorlar.

Nisan 1967’de yazdıkları, Anders’in ‘günlüklerindeki’ konumunu ve kitabın esprisini açıklıyor: “Bu kitapta yer alıyorsam ki kaçınılmazdı, ilk planda kitabın konusu olarak değil, bir tür mikroskop olarak varım; kendisi gözleme hizmet eden ancak seyir için sergilenmeyen bir mikroskop olarak…”