Haftanın Öyküsü: A

> ONUR AKBUDAK onurakbudak81@gmail.com

Çocuk, beyaz kurdeleli siyah önlüğünü giymiş, hiç yanından ayrılmamasını isteyen annesine; gözyaşı seli içinde kalan yalnız bir damla gibi bakıyordu.

Bir an önce büyümek hayaline kapılan çocuk ölümlü olduğunu aklının ucuna getirmiyordu; dünyada var olan her şeyin bir oyuncak olduğunu sanıyor, bozulup kırılsa da oyuncaklarının hiç tükenmeyeceğini biliyordu.

Gazete, dergi, çatal matal, divan, masa, tırnak törpüsü, taş, çamur, su, çocuğun gözünde oyuncaktan öte kocaman bir “HİÇ” anlamı taşıyordu ki nasıl bilebilirdi kocaman bir “HİÇ”’ in henüz adını bile duymadığı bilmediği onca nesneyi içinde gizleyebileceğini?

Bilmiyordu… Henüz zararlı oyuncaklarla tanışmamıştı. Annesiyle çıktığı pazar yerinde gözleri oyuncak satan adamın sattığı rengârenk ve türlü oyuncaklara dikilmişken birdenbire siyah sevimsiz bir kıyafetle karşı karşıya kalmıştı. Pazar yeri öylesine kalabalıktı ki:

– “Elimden tut, bir yere ayrılma!”

Diyordu çocuğun annesi.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandırıldı. Okulu çocuğa birçok arkadaşının toplanıp oyun oynadıkları, gitmese diğer çocukların oynayacağı oyunlardan mahrum kalacağı bir yer olarak tarif etmişlerdi. Hem bütün çocuklar okuldayken mahallede kiminle oynayacaktı, yalnız başına hiç eğlenceli olur muydu ki oyunlar?

Yalnız oyun oynamanın sıkıcı olduğunu daha küçükken evden çıkamadığı günlerde; babasının evde olmadığı ya da eve misafir ailelerin çocuklarının gelmediği anlardan kolayca anlamıştı. Ve ellerini iki yana açıp annesinin itina ile ütülediği kıyafeti giyinmek için hazır konuma geldi. Kendisi için ayin gibi hazırlanmış kuş sütünün eksik olmadığı kahvaltısını yapmış, sonra oldukça uzun sürecek okul hayatının yoluna küçücük ayaklarıyla ilk adımını atmıştı.

Her zaman tuttuğundan daha sıkı kavradığı annesinin elinden okula ulaştıklarında ayrılacak, yaşı büyüdükçe tutunacak bir el arayacaktı. Belki hayatına mal olacak bir el veya kendini ifade edebileceği enstrüman çalan bir el belki de bir sevgili eli ya da kocaman bir HİÇ; kendisinin bir “EL” olacağı.

Kendisinden büyük çocuklarında bulunduğu ama aynı kıyafeti giydikleri okulun ilk gününde dört duvarla çevrili ve kocaman sarı bir binaydı annesiyle geldikleri yer. Daha önce hiç görmediği bir adam okula yeni başlayan çocukların ailelerinden sıraya geçmeleri gerektiğini anons ediyordu. Bir yanda birbirini tanıyan ailelerin sohbetleri sürerken herkes sıra oluyor ve gruplara ayrılıp sınıflara doluşuluyordu. Çocuk annesinin kavradığı elini hiç bırakmak istemiyor ya onun da kalmasını ya da eve dönmek istiyordu. Bütün okul öyle hareketliydi ki bir yarısı ağlarken diğer yarısı okulda yaşadıkları ilk günlerinin şaşkınlığını unutmuş, ağlayan yeni çocuklara gülüyorlardı.

Etrafında olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen çocuk annesiyle oturduğu sırada ona ilk harfi öğreteceği ve hayatı boyunca hiçbir zaman unutamayacağı ilk öğretmenini gözyaşlarıyla bekliyordu. Göstermelik çalınmış bir zil sesiyle; lacivert takım elbisesi, dudağını örten sararmış bıyıklarıyla gülümseyerek sınıfın kapısından içeri girdi öğretmen. Çocuk ilk öğretmenini görmenin heyecanı ile ağlamaktan kızarmış gözleriyle adamı süzdü.Annesinin elini dikkatini çekmek istercesine sıkarak seslendi:

-“A oyuncakçı adam!”