Sarı kol çantamın içinde çakmağımı aramak için bir dükkânın önünde durdum. Kullanılmış bir uçak bileti, yemek fişleri, okumakta olduğum kitap… Bir ben bir de çakmağım eksiğiz

Haftanın Öyküsü: Ben sana sevmeyi öğretemedim

SİNEM SAL

Hep daha güçlü olmak isterdim. Meğer bir zamanı varmış. Hastane raporlarını elimde tutarak Ihlamurdere’ye doğru inmek için sokağa çıkıyorum. Gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Epey yürüyorum. “Ne yapmalı şimdi?” diyorum, “tam da sırası yani…” Hep böyle olur. Başıma beklenmedik şeyler açmak en büyük marifetimdir zaten.

Yanımdan geçen bir çifti durdurup “Çarşı bu tarafta mıydı?” diye sordum. Geldiğim yolun tersini gösterdiler. Daha neler! Bunca yolu tersine gitmiş olamazdım. “Hani kahvaltıcılar sokağı vardı ya, o bu tarafta mıydı yani?” diye sordum bir umut. Adam kendisinden emin. Tam arkamdaki, dakikalardır yürüdüğüm yolu işaret etti. Son bir kez daha şansımı deneyip “deniz bu tarafta mı yani?” dedim. Güldüler. “Siz karaya doğru gidiyorsunuz şu an,” dedi şemsiyesinin altına sevgilisini yeniden sığdırmaya çalışırken.

Sarı kol çantamın içinde çakmağımı aramak için bir dükkânın önünde durdum. Kullanılmış bir uçak bileti, yemek fişleri, okumakta olduğum kitap… bir ben bir de çakmağım eksiğiz. Dükkânın önündeki basamaklarda oturan adam “Çakmak mı aradınız?” dedi. Yağları kemiklerinin üstünden kat kat sarkıyordu ve sakalından sadece burnuyla masmavi gözlerini seçebiliyordum. “Evet,” dedim. “Burada yakın,” dedi “yağmur da yavaşlar hem siz içene kadar.” Basamağın yanında duran hasır tabureyi işaret etti bana. Oturdum.

Birlikte sokağa bakıyorduk. Montlarının içine karpuz gibi sıkışmış insanları seyrediyorduk. Birden zaman yavaşladı. Ajda Pekkan “Mihrabım diyerek sana yüz vurdum” diyerek içimizden bir tren gibi geçiyordu. Akşam olunca olan biteni ona nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Hayatlarımız iki farklı fay hattının üstündeyken, şimdi aynı yerden sarsılacaktık. Olacak iş değil. Belki de yumurtalıklarımda tümör var demeliydim. Kötü huylu değilmiş. İyi huyluymuş, ama onu aldırmalıyım, çünkü biz yeterince iyi değiliz. Bu açıklamalar yeterli olmalıydı. Ayrılırken kimse iyi şeyler işitmez ki… sanki yağlı bir et parçası, kıyma makinesinden geçmiş gibiydi bizimki. Hiçbir şey değişmedi. Oysa her şey başka kelimelerle anlatılabilirdi.

Geri dönmemin hiçbir anlamı yok. Bir açıklamanın, burada birlikte duralım demenin hiçbir gerekli sebebi de yoktu. Karnımda büyümekte olan şeyin, önce bir kız çocuğu sonra da sayemde güçlü bir kadın olacağını bilsem, bir ihtimal onu bu işkence sandalyesine oturtmayı düşünebilirdim. Ne fark eder ki? Yeterince zayıf olan bir dünyaya gücümüzü kanıtlasak ne değişecek ki? Sigaramın sonuna geliyordum. “Hiç,” dedim “üzülmüyor musunuz bunca hayvanı kestiğinize?” Masmavi gözlerini bana dikti. “Ben hayvanı kesmiyorum ki,” dedi “ölüsünü kesiyorum.” İkna oldum. Kendi suçuma ortak bulmuştum işte. İnsanın kendisini ikna etmesi için aptalca bir gerekçeye ihtiyacı var. Her zaman. Çocuğumu kesmeyecektim ya? “Haklısınız,” dedim.

Ajda Pekkan, acı çekmem konusunda ısrar ediyordu: “Ellerin ismini ezberledin de bir benim adımı öğretemedim.” İyi günler diledim. Hastaneye doğru geri yürümeye başladım. Randevu alacaktım. İçimdeki iyi huylu tümörden kurtulacaktım. Çünkü bunu yapmazsam, durumu kötüye gidecekti. İstemezdim. Belki bir gün Dünya’yı sevgisizlikten kurtarırsak, o zaman yeniden karşılaşırdık. O zaman iyi ki doğdun, derdim. Şimdi değil.