Evimin pencerelerinde perde yok, geceleri ay ışığı doğruca yüzüme vuruyor, uyanıp göğe bakıyorum… Geçenlerde bir gece ayla göz göze geldim, dilime bir cümle doğdu o uyanışla, ‘İlk insanlar da böyle bakıyordu aya’ dedim, ‘şimdi işte ben bu bakışımla o bilinmez insanlarla aynılaştım…’ Kalbim çarptı birden, yüzümü aydan kaçırıp saklandım, korku kapladı içimi.

Bir ara perdelerimiz olsun istemiştim, ama evimi yapan arkadaşım, ‘Ben o evi sana perdesiz yaptım’ dedi, pekâlâ, ayı batırıp güneşi doğuracağız öyleyse… Aya sırtımı döndüğüm anda, gözlerim öteki perdesiz penceremden göğün boşluğuna açıldı, dağların doruklarından yukarı, kıpırtısız, alacakaranlıkta asılı duruyor bulutlar…

Kuyruklu kulaklı, iki ayaklı, dört ayaklı, kafalı gözlü, hayatın türlü çeşitli varlığının biçimini almış su buharı yaratıklar, bulut üstüne bulut… Sanki aynı inançla bir yere gitmek isterken durdurulmuşlar, tam karşımda, tıpkı benim yatağın içinde oturduğum biçimi almış bir bulutla yüz yüze gelip, ‘Zihnim bana bir oyun oynuyor, benim aldığım biçimi aynısıyla yansıtıyor boşluğa’ dedim bu defa.
Usulca yatağın içine kayıp oturuş biçimimi değiştirdim, uzandığım yerden, pencereme doğru yükselmiş meşe ağacının tepe dalları görünüyor, uç yaprakları hafifçe ışıklanmış… Göz ucuyla bir ağaca, bir buluta bakarak bekledim, güneş doğmak üzereyken bulut dallanıp budaklanarak ağaç biçimini aldı…

Hayatının bir döneminde aralıksız bulut resimleri yapmış, yazdığım iki kitabı adadığım bir arkadaşım var, güneşle telefon ettim ona, ‘Suyun hafızası olduğu doğruysa, içinde dolaştığı bütün canlıların biçimini hafızasına kazımıştır değil mi, bulutların aldığı biçimlerin suyla yaşayan canlılara benzemezi doğal öyleyse… Hep bulutlara baktın, ama aklına gelmedi bu…’

‘Uyumuşum dur biraz, sen o herife yaz bunu, saat kaç’ dedi arkadaşım, Masam Emoto’yu kast ederek, su kristallerinin fotoğrafını çekmiş Japon araştırmacıyı, sesi canlandı birden, ‘Ankara susuz, haberlere filan bakmıyor musun.

Bildiğim kadarıyla Emoto, bulutların aldığı biçimlerin, suyun hafızasıyla ilgili olabileceğine dair bir şey söylemiyor. ‘Bakıyorum haberlere, merak etme, coğrafyamızı şaşırttılar şaşırtacakları kadar zaten’ dedim, ‘Kızılırmak Ankara’ya dökülecek, bu ülke bana sahicilik duygusu vermiyor…’ Memleketi yönetenleri düşündüğümde Cas-tillo’nun sözleri çakılıyor zihnime, ne bulutların aldığı biçimler, ne ayın uyandırıcı ışığı… Suyun dışarlıklı, uzaylı olduğunu öne süren fizikçiler var, kuraklık dediğimiz şey, suyun hakkımızda verdiği olumsuz bir karara bağlı olabilir, geldiği yere doğru süzülüp gitmek istiyor belki… ‘Dünyaya uzaydan buz kütleleri yağdı’ diyorlar, kuyruklu yıldızlar buz yıldızlar, biliyoruz bunu… Suyun yolu göğün buz katına doğruysa… İnsan neredeyse kendini bile bir imgeyle anımsar, ülkesini de öyle, uzun yıllar zihnimde iç içe titreşen bu iki imge, yavaş yavaş birbirinden koptu gitti işte, yaşadığım ülkeyi kendimle birlikte anımsayamaz oldum bir gün, nasıl olduğunu anlatması zor değil, ama anlatma isteği soluyor içimde, sahici bir dil kurabilmek için tam da bu solma halinden, solgunluğu yaratan şeyden söz etmek gerekiyor, su gidiyor, ben soluyorum…

Ülkesini kendisiyle birlikte anımsayamayan yazarlar, doğup büyüdükleri topraklarda olup bitenlerin ağırlığını, Michel del Castillo gibi inandırıcı bir biçimde dile getiremezler: ‘İspanya’yı sevmiyorum. İspanyollardan nefret ediyorum. Ülkeye demokrasinin gelmesi, onlara karşı beslediğim duyguları hiç değiştirmedi. Hatta, özgür olacaklarına baskı altında kalmış olsalardı daha mı iyi olurdu, diye düşünüyorum. Diktatörlük düzeninde yaşarken çeneleri bu kadar düşük değildi, hapse girme korkusundan kuşkusuz; yoksunluklar, siluetlerine daha bir incelik kazandırıyordu; duydukları öfke ve katlandıkları yokluklar, gülmekten çok, surat asmak için yaratılmış çizgilerini geriyordu. Mutsuzluk onları, sevimli olmasa bile, ilginç kılıyordu. Özgürlük tam tersine, en berbat kusurlarını daha da abartarak ortaya koymalarına neden oluyor. İspanya’dan nefret ediyorum…’ İspanyol Kanı, S.ı, Can Yayınları, 1996.

Ne zor, dağlarına bile yücelenerek bakama-dığımız bir yerde yaşamak; bu ülke bana nasıl sahicilik duygusu verebilir ki, ‘Kırıp satacaklar dağları’ diyor içimden bir ses, kişi başına on bin dolar, take-off… ‘Bırak suyu bulutları’ dedi arkadaşım, ‘ölüm sempozyumuna gidiyordun hani, Ankara’ya… Ölüm kazık iş, ne söyleyeceğini düşün insanlara, sahicilik dediğin şey nedir…’

Sahicilik, yanmış ormanlardan arta kalmış kül yamaçların kederiyle soluklanmaktır diyelim ki, yapayalnız ve bir başına soluklanıp iç geçirmek, ama kilometreler boyunca arabalardan fırlatılmış pet şişelerin, meşrubat kutularının pisliğine bulaşır kederin, naylon torbaların yarattığı iç bulantısında boğulur, o ince soluğun ağaçların ruhuna ulaşabilse, kederin sahici olacaktır, olamaz… Hiçbir duygunun doğruca yerine ulaşabildiği bir ülke değil artık burası.ü

Ayın bilinmez ışığıyla kuşluk vaktini bulmuş arkadaşlar neler konuşmazlar ki böyle, bulutlar silinir mahşere doğru, ‘Boşluk ışığa aittir, hadi kapatalım telefonu, haklısın…’ Olup bitenler karşısında acı çektiğimden değil, hakkıyla, derinleşerek acı çekemediğim için bu ülke bana sahicilik duygusu vermiyor.

Usta Yazar Latife Tekin’in Haftanın Öyküsü için seçtiği BirGün’de yayımlanan
18/08/2007 tarihli yazısı.