Nasıl da yardım sever bir beyefendi, diye iç çekiyorum. Bu devirde kaldı mı böylesi, rahatlıyorum

Haftanın Öyküsü: Çılgınlığın sıradanlığı

GÜLŞAH ELİKBANK @gulsahelikbank

Her şeyin bir çaresi vardır
Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.


Ahmet Hamdi Tanpınar

İşte yine o bildik kalabalık. İnsan selinin içinde kendimi akışa bırakmış metroya ulaşmaya çabalıyorum. Ne vardı sanki bu buluşmayı iş çıkış vaktine denk getirecek? Ama yok, kime anlatıyorsun derdini? Gölgede kırk derece sıcakta, ter kokusunun ağız kokusuna karıştığı bu akşam saatinde buluşmak şart. Nicedir kalabalıkla derdim oysa benim. Kendi evimin dört duvarı arasında, bilgisayarımın başında, benden kilometrelerce ötede, hiç tanımadığım ve tanımayacağım insanlarla sohbet etmeyi daha güvenilir buluyorum. Zaten normal insana güvenilir mi bu çağda hiç? Aramızdaki ekran bizi güvenli bir uzaklıkta tutuyor. Ama bugün evden çıkmış bulundum. Aslında bir taksiye atlayıp gitmek vardı ama belediye, köstebekler gibi her köşe başını kazdığı için, zıplaya hoplaya, dura kalka gitmek midemi bulandırıyor. Bir de toplu ulaşımı bedava yaptılar bugünlerde. İşi olan, olmayan sokakta.

Huzursuzluğumu biraz unutmak için dikkatimi etraftaki insanlara yöneltiyorum. Sol köşede, ayakta duran adama takılıyor ilk olarak gözlerim. Kafasında fese benzer garip bir şapka, sakalları neredeyse koca göbeğine değecek, elbise ile şalvar arası bir kıyafetle, etrafına öfkeli bakışlar savuruyor. Hemen aklıma onun malum örgütten olabileceği geliyor. Evet, evet kesin FETÖ’cü bu adam, diye irkiliyorum. Kulak kabartıyorum iyice, yanındaki benzer kılıktaki adama söylediklerini işitince rahatlıyorum. Adam, El-Kaide sempatizanı çıkıyor yahu, ben de ne pimpirikli oldum bugünlerde. Çok şükür, onlar bu ara eylemsizlik içinde. Korkacak bir şey yok.

İçim biraz rahatlayıp sağ yanıma bakıyorum. Tam bir plaza beyefendisiyle göz göze geliyorum. Nasıl da kibar gülümsüyor herkese. Yanı başındaki genç adamla tane tane, telaşsız konuşuyor. Onları dinlemeye karar veriyorum. Beyefendi, genç olana soruyor:

“Eminsin değil mi? Peşine kocası falan düşmez yani? Sevabına ev açacağım ona, genç dul, taze dedin, inandık. İki küçük çocuğu, defosu varmış, sonradan söyledin. Ama hadi hoş kadın, beğendim, fiyatta inat etmezsen, el sıkışırız.”
Genç olan bozuluyor duyduklarına. “Kocası mefta dedik ya, iki çocuk dediğin de defo olur mu hiç, talih kuşu onlar, senin atölyede vur kafalarına, sabahtan akşama çalışsınlar. İstersen bir daha doğurt kadını, tavşan gibi ürüyor bunlar zaten.”
Nasıl da yardım sever bir beyefendi, diye iç çekiyorum. Bu devirde kaldı mı böylesi, rahatlıyorum. Arkamdan gelen kadının cırtlak sesi dağıtıyor bu sefer dikkatimi.

“Dün gece hiç uyuyamadım şekerim. Üst kat komşumuz, karısını sabaha kadar dövdü. Kadının bet sesinden gözüme uyku girmedi. Ne edepsiz kadınlar var, kim bilir ne yaptı da çıldırttı adamcağızı?”

Öteki onaylıyor. “Ya sorma canım, bu kadın evlere temizliğe gidip, iki lak lak, bir tak tak kazandığı o paracıkları gizliyormuş adamdan. Yastık altında bulmuş adamcağız paraları. Ayol adam, çekip vursa hakkı, sabırlı adam vesselam.”

Derin bir nefes alıyorum. Sabırlı adamlar hâlâ var, çok şükür. Hâlbuki benim sabrım tükeniyor. Akşam haberleri geliyor aklıma, hep şiddet. Oysa o meşhur Rus yazarın dediği gibi, bu kadar güzel bir gökyüzü altında bu kadar kötü insan nasıl yaşıyor? Hayret ediyorum yine. Neyse ki, benim gibiler var. Biraz rahatlıyorum. İneceğim durağa geldim bile. İşte tam karşımda, Taksim tabelasının altında bekliyor beni. Yine hemen aynı soru yapışıyor dudağına.

“Getirdin mi malı?”

“Sen paradan haber ver? Mal hazır.” diyorum, geçinip gidiyoruz. İyi ki bizim gibi iyi insanlar var, diyorum ona. Yoksa ne olurdu dünyanın hâli?