Yan masadan derdi yüzünden düşmüş, sakalı etinde matlaşmış adam “Delidir ondan kimse karışmıyor ona, yoksa sen ben olsak, indirirler bizi, devlet bu, günahına batırmadan rahat bırakmaz insanı” diyor

Haftanın Öyküsü: Diş

MUSTAFA ORMAN

Allah, dışarıda kış fikrini oynatıyor.
Gökyüzü gri dumanlı yürüyüşünü toparlayarak sürdürüyor; içeride sobada yanan odunların çıtırtısı, sobanın üzerindeki güğümün fokurtusu karışıyor kalabalığın gürültüsüne. Soğuktan buzlanan camlar eriyor; suyu kenarlardan sızdırarak. Sokaklarda sobadan çıkarılmış küllerin buğusu uzaktan fark ediliyor. Teneke Kardeşler Çayevi, nargile ve sigara dumanına boğulmuş, görülemiyor camdan içerisi. Herkes kendisiyle meşgul. Her şey kendi içinde kımıldaşıyor. Kederleri seriliyor masalara. Böyle soğuk kış günlerinde sokaklarda tek tük insan sürtüyor. Amele pazarında yan duranlar, iki dudak arasına yerleştirilmiş sigaralarını tüttürüyor, yanlarına sokulan boyacılar “Abê boyayım mı?” diyor. İnsanın bunca derdi varken, neden ayakkabısını boyatsın, pantolonunu ütülesin, beyaz gömlek giysin ki? Dili dertten aşınan adamlar bunlar; evlerinde tuz buz, dışarıda yarım büklüm ezik, işlerinde ağırkanlı, ağlayışlarını göstermekte utangaçlar...

Ayakkabı boyacısı karşı dükkânın kaldırımından koşarak dalıyor içeri. Burnunun ucunda boncuk boncuk birikmiş terler akıyor, yanaklarında elma tazeliği, “Deli Sedo polis karakolunun camını indirdi.” Şehirde deliler hariç, her şey değişiyor. Deli Sedo’nun gömleğinin yakası, coğrafyanın iklim koşullarına göre kirleniyor, cildi de genelde buna uyuyor. İlkbahar aylarında, çiçek açmış kayısı ağacının dalını gömleğine iliştirip zafer işareti yapıyor, topal ayağını peşinden sürüklüyor, yüzüne gülüşler yerleştirip öğrendiği bütün sloganları haykırıyor cadde, sokak aralarında. Üzerindeki elbiselerden devlet esemesinin estiği herkese, zafer işaretini tabela vaziyetiyle indiriveriyor gözlerinin içine korkusuzca.

Kahvede Deli Sedo’nun aklı ağızdan ağıza dolaşıyor, gurur tablosu gövdelerde, masalara çay sıcak sıcak iniyor, kibritler sevinçle çakılıyor. Garson, “Hepimiz toplansak bir Sedo etmeyiz, adam devletin camlarını kırıyor, indiremese de sarsıyor. Geçen sene abisinin tezgâhını almıştı zabıta, ceplerini taşlarla doldurmuş, zabıta amirliğinin camını çerçevesini indirmiş, peşine koca müdürlüğü taktırmış, şehre tiyatro gelmiş sanırsın, herkesi güldürmüştü. Sadece bununla da kalmamıştı, ailesine yeşil kart vermedikleri için valiliğin kapısına dayanmış, soda şişelerini içeri fırlatmış, yeni gelen iki acemi polis molotof atılıyor korkusuyla havaya iki üç el ateş etmiş, Sedo’yu öyle uzaklaştırmışlardı.”

Kahvenin tavanından kirişlerine, duvarlarından boyasına, sandalyesinden masasına, borusundan bacasına, bardağından fincanına kadar siniyor devlet faciası. Kanal değiştirircesine masalar, kişiler değişiyor, münakaşa dudaklarda başlıyor.
Kalktı biri yerinden, iki sıra ötedeki masaya oturdu, “Biz polis arabası geçtiğinde tir tir titreyen adamlarız, Sedo karakolun önünde her geçişinde zafer işareti yapıyor.”

Yan masadan derdi yüzünden düşmüş, sakalı etinde matlaşmış adam “Delidir ondan kimse karışmıyor ona, yoksa sen ben olsak, indirirler bizi, devlet bu, günahına batırmadan rahat bırakmaz insanı.”

Garson, elindeki tepsiyi sandalyeye koyup, yine söze giriveriyor, “Vallahi onu bunu bilmem de, hepimizden daha akıllı, söylediği her şeye gülüyoruz ama doğruluğu gram şaşmıyor, âlim getirsen dizlerini yere gömer onun huzurunda.”

Ocaktan sesleniyor Bahri, “Emekli hocamız ne düşünüyor?” cam kenarında, tek başına oturmuş, gazete sayfalarını hızla çeviren, Hüsnü’ye. Sinekkaydı yüzünü gererek “Yahu bırakın da o deliyi, hiç mi devletin faydasını görmediniz?” Kahveyi sessizlik basıyor, gözler birbirine mahcup bakıyor, eller iç içe geçiyor.

Selim, içeriyi gömüldüğü yerden çıkarmaya hazırlanıyor. Bazen insan düşmanını bile affettirecek anlara rast gelir ya, öyle dudaklarını büküp “Anlatayım hocam, hatıram da, hatırın da incinmesin, madem sordun cevap verelim biz de.” Herkes pür dikkat Selim’i izliyor.

“Sen bizim dağ köylerini bilmezsin hoca, devlet istese her an konar istemese de kardan, kıştan, kıyametten dokuz ay Allah’a, üç ay da şehre bağlı bırakır. Dişlerim çeneme kadar iltihaplanmış, ağrıdan kıvranıyordum. Duvarlara başımı vuruyor, yüzüm acıdan ekşiyor, uzandığım minderler her kıvranışımda halıları kaldırıyor, üzerimdeki kazağı boğazıma dek çekiştiriyordum, soğuk hava çıplaklığıma sokuluyordu. Uyku, yemek, su, çay haramdı bana.

Kâh yılan tıslamasını andırırcasına, kâh penseyle tırnaklarım çekiliyormuşçasına ağrıdan havlıyordum. Dakikalarca dişlerimin iltihabını damağımda biriktiriyor, tükürüyordum. Ağzımı aralayıp dışarının soğuğunu dişlerime doluşturuyordum. Çenemi, camları, duvarları, kapıları yumrukluyor, kanayan parmaklarımın yarasını fark etmiyordum. Şakaklarımda zonklayan ağrı sinirlerime vuruyor, karnımı deliyor, göğüs kafesimden gövdemin zerresine kadar soğuk terler akıtıyordu. Yüzümün sol tarafı bazen şişiyordu, aynadan kendime bakmaktan korkuyordum. Annem, babam çektiğim acının huzurunda çaresizce bakıyorlardı. Hiçbir şey fayda etmiyordu. Neyse akşam karanlığı çökmek üzereyken köpekler uzun aradan sonra hep birden havlamaya başlamıştı.

Pencerede dışarıya başımı çıkarıp etrafı seyrediyordum. Sonra kapının sertçe vurulduğunu duydum. Annem açar açmaz, karşıdaki duvara çarpıp yere serildi. Babamla kalktık derken, içeri girdiler, silahlarını doğrulttular, duvardaki av tüfeğini biri duvardan almaya çalışırken ben anneme doğru yöneldim. Ensemden tutarak duvara savurdular, ayağa kalkar kalkmaz askerlerden biri silahın kabzasını çenemin soluna doğru geçirdi. Ağzım yüzüm kan içinde kaldı. Babama sorular soruyorlar, bilmiyorum, dedikçe vuruyorlardı. Beni de unutmuyorlardı, yüzüme yumruklarını yerleştiriyor, botlarıyla da basıyorlardı. Neyse ki çekip gittiler, babamın elmacık kemiğinin üstü şişmiş, morarmıştı. Annem ikimizin yüzünü sıcak suyla yıkadı. Öyle rahatlamıştım ki hocam, dişimi bile o an unutmuştum. Dilimi ağrıyan dişime vurduğumda boşluğu hissetmiştim. Minderlerin, halıların üzerine baktım; ağrıyan dişimle birlikte kırılan iki diş daha buldum. Yüzümü sevinç kaplamıştı, sızı hafif hafif vursa da artık ağrı falan yoktu.

İşte hocam devletin o gün hariç, ne öncesinde ne de sonrasında, hiçbir faydasını görmedim.”

Hüsnü Hoca, konuşma bittikten sonra, masadaki gözlüğünü takıp, memnuniyetsiz yüzünü de yanına alarak yavaş adımlarla dışarı atıyor kendini. Çıkıyor çıkmasına da, kahve sokağını yoğun bir duman sarıyor, sağa sola kaçışanlar beliriyor, iki adım atmadan bu sefer mahcup suratıyla dönüyor cam kenarındaki masaya.

Yazarın 2016 yılında Everest yayınlarından çıkan Derdin İncinmesin kitabından tadımlık bir öykü.