Geldiğinde divanda oturuyordum. “Sigaran var mı?” diye sordu. Verdim. Uzun bi’ süre sigaraya baktı. Neden sonra başını kaldırdı. “Hadi git sen,” dedi. “Karını bekletme.” Ellerimi tuttu. “Ona da bana sarıldığın gibi sarılacaksın ama.” Afallamış bir halde yüzüne bakıyordum. “Söz mü?” “Söz abla!” dedim

Haftanın Öyküsü: Gönlüm hep seni arıyor

EMRAH POLAT

Kahvede, dere tepe dolaşan laf Nebahat ablada konakladı yine. Elmadağ’ın eteğine pazar kurulur. Akşam karanlığının tül olup Elmadağ semalarına indiği saatlerde mahallenin en yoksulları çürük çarıkları, pazarcı esnafı da tezgâhlarını toplar. O saatlerde, pazarın kuytusunda kalan bi’ tezgâhın altına branda geriliyormuş, Nebahat abla da içine giriyormuş, artık ihtiyacı olan pazarcı üç beş kuruşa üstünden geçiyormuş canım Nebahat ablanın.

Mahalledeki bebelerin de maskarası oldu diyorlardı; bi’ köpek öldürene, ne bileyim işte, ılığından bi’ tas çorbaya… Gerisini söyleyemiyorum.

Midem bulandı. Kendimi dışarı zor attım. Gidip konuşsa mıydım Nebahat ablayla? Bak böyle yapma derdim, milletin diline düşüyorsun. Ne anlatacak ki sana? Kadını kerhaneye satmışlar lan! Ötesi var mı? Kim bilir, kaç yüz adam geçti üzerinden, terine tütün kokusu karışmış iğrenç iğrenç adamlar. Vay be Nebahat abla, güzelim benim, canımın içi, her şeyim!

Cadde boyunca yürürken amaçsızca su deposunun olduğu sokağa saptım. Bilemiyorum, eve gitmeden biraz daha yürüyerek kendime gelmek, belki de Nebahat ablayla konuşmak istiyordum. İleride sağda, Nebahat ablanın gecekondusu görünüyordu. Çekili perdenin göz göz olmuş yırtıklarından sızan ışık huzmeleri perdenin hareketlerine bağlı olarak ileri geri oynuyordu.

Başımı çevirdim. O sırada mahalleden iki bebenin Nebahat ablanın evinden çıktığını gördüm. Dişimi, yumruğumu sıktım. Su deposundan yana ilerleyip eğimde kalan söğüt ağacının dibine gizlendim. Beni görmelerini istemiyordum. Bi’ süre sonra yerimden doğruldum. Çocuklar yoktu. Karşıya geçtim.

Ne yapacağımı planlamışçasına Nebahat ablanın camını tıklattım. “Kim o?” diye sormadan kapıyı açtı. Beni görünce, delice bi’ kahkaha patlatıverdi. İlk dikkatimi çeken, damaklarına tam oturmayan takma dişler oldu.
“Hayırdır, hangi rüzgâr attı böyle?” dedi. Başımı öne eğdim. Yüreklendirmek istercesine, “Güzelin evi yol bellenir değil mi bızdık?” diye takıldı.

Gülümsedim: “Öyle valla abla.”

Birdenbire, yüzünde bi’ hüzün flaması dalgalanıverdi. “Çok güzeldim değil mi bızdık be?” diye sordu. “Şimdiki çocuklara diyorum da ‘tabii tabii’ diyorlar, kıs kıs gülüyorlar sonra.”

Tüylerim diken diken oldu. İtiraf etmenin zamanı mı gelmişti, yoksa ona moral vermek için mi söylemiştim, hiç bilmiyorum.

“Sen benim çocukluk aşkımdın be abla,” deyiverdim.

Gülümsemesinden morallendiği kesindi. “Hayda, o’lum bu vakte kadar niye durdun lan!”

Bi’ rahatlık gelmişti üzerime, açık açık konuşuyordum. “Ne bileyim abla,” dedim. “Çekindim.”

Aramızda, gergin bi’ sessizlik dolandı. “Abla be,” dedim. “Bi’ şey rica etsem?”

“Ricana bağlı bızdık, neymiş o?”

“Ya nasıl diyeceğimi bilemiyorum ama…”

“De lan, n’olacak, ne ricalar gördük, oh-hoo, bi’ bilsen! Bak gülüm, bi’ erkek söze böyle başlıyosa, bil ki karısıyla yapamadığı bi’ şeyi senle yapmak ister. Öyle mi lan?”

“Yok abla, yanlış anlama da!”

“Ulan, başlatma yanlışına da ablana da ne diyeceksen de, geveleyip durma ağzında!”

“Abla be, ben sana sarılmak istiyorum be, şöyle sarılıp sadece uyumak.”

Sağa sola şaşkın bakışlar atıyor, gözlerini bi’ yerde sabitleyemiyordu… Tuvaleti gösterdi. “Geliyorum,” dedi.

Bi’kaç dakka bekledim. Hıçkırık seslerini duyduğumda tuvalete yöneldim. Kirli, ahşap kapıyı çalıp “Nebahat abla,” dedim. “Aç aç, benim.”

Çok geçmeden sürgüyü çekip kapıyı açtı. Gözlerini siliyor ama gözyaşlarını tutamıyordu. Lan, dedim, benim için ağlıyor işte! Omzuna sarıldım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. İlk defa dokunuyordum ona.

“Yapma böyle abla,” dedim. “Bi’ yanlışım olduysa da kusuruma bakma yani.”

Sımsıkı sarıldı. Başını göğsüme yaslayıp ağlamaklı bir sesle, “Nası’ dayanıyoruz ya?” dedi.

“Neye abla?” dedim.

“Bu hayata nası’ dayanıyoruz be!”

Nebahat ablaya daha bi’ sıkı sarıldım. Bi’ süre, kesif kokunun her yana sindiği o daracık tuvalette öylece kalakaldık.

Nebahat abla için için ağlamaya, sıkı sıkı sarılmaya devam ediyordu. Ben, büyülenmiş gibi bu anın tadını çıkarırken, kollarını çözüp “Geliyorum,” dedi. “İçeri geç sen.”

Geldiğinde divanda oturuyordum. “Sigaran var mı?” diye sordu. Verdim. Uzun bi’ süre sigaraya baktı. Neden sonra başını kaldırdı. “Hadi git sen,” dedi. “Karını bekletme.” Ellerimi tuttu. “Ona da bana sarıldığın gibi sarılacaksın ama.” Afallamış bir halde yüzüne bakıyordum. “Söz mü?”

“Söz abla!” dedim.

Eve dönerken içim, yokuşta freni patlamış kamyon misaliydi; bi’ o yana, bi’ bu yana savruluyordu. Bundan sonra neler olabileceğini düşünüyordum. Nihayetinde, hissettiklerimi tüm çıplaklığıyla anlatmıştım ona. Ulan anlatsan ne olur, bi’ ayağı çukurda kadının! İyi de hâlâ rüyalarıma giriyor, onu görünce elim ayağım boşalıyor. Seninki ne biliyor musun? Seninki salaklık, süzme salaklık, başka bi’ açıklaması yok bunun, mis gibi bi’ hayatın var, boş ver şu kadını ya, bitmiş artık, tükenmiş… Bak, sana ne söyliycem: Gençken, güzelken aynı durum olsa, sarılır mıydı hiç sana? Anla yani, meseleyi anla artık; herkese sarıldığını anla!

•••

Bi’kaç gün sonra, Nebahat ablayı kondusunda ölü olarak bulduk. Etrafında boş şarap şişeleri vardı. Başına, BİM’in büyük poşetlerinden bi’kaç tanesini geçirmiş; boynuna doladığı kabloyu sıkıca bağlayıp kendini boğmuştu.
Cansız bedeninin, birbirine sarılı sicim desenli battaniye içinde cenaze nakil aracına koyuluşunu bir an olsun aklımdan çıkartamam.
Elmadağ’ın tepesine yönelip ufka baktım. Güneşin batmak üzere olduğu yer -ince bi’ çizgi halinde- üç renge bölünmüş gibiydi; en üstte patlıcan moruna çalan bi’ tabaka, derken pembe bi’ kuşak ve en altta, güneşten arta kalan kıpkızıl kesit. Başımı öne eğip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.