Haftanın öyküsü: Gülşah

EYLEM ATA GÜLEÇ

Telefon numarasını kimden aldığımı hatırlamıyordum. Komşulardan ya da eltilerimden birinden olabilirdi. Ev de ben de berbat bir haldeydik. İkimizin de iyi bir temizliğe ihtiyacı vardı. Benim kendi çekmecelerimi boşaltabilmem için birisinin evdekilerle ilgilenmesi gerekiyordu. Müsaitse hemen gelebileceğini söyledim. Okulda olduğunu söyledi. “Önümüzdeki haftanın ilk günleri de olur.” dedim. Pazar gününden başka boş günü olmadığını anlattı. Okuldayım, dediği için lise öğrencisi olabileceğini düşündüm. Çocuk yaşta bir liseliye işlerimi yaptırmak istemeyeceğimi belirterek telefonu kapatmaya çalıştım. Liseli olmadığını; Fen Fakültesi sosyoloji bölümü son sınıfta okuduğunu söyledi.

Şaşırdım ve hızla özür dilemeye çalıştım. “Hayır, hayır lütfen özür dilemeyin,” diyerek karşı çıkıyordu. Bir yanlış anlama olabileceğini düşünerek; kendisini nasıl bir iş için aradığımı bilip bilmediğini sordum. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden “Temizlik,” dedi, “Ben bir temizlikçiyim” diye ekledi. Adresimi verdim, pazar günü için sözleştik.
Pazar gününü iple çektim. Evde ayak basacak temiz yer yoktu. Gerekli oldukça bir bardak ya da tabak yıkayıp yemek yiyordum. Evde temizlik yapılmadan yaşadıklarım hakkında düşünmemeye kararlıydım. Gelmedi. İlk aradığımda telefonu açıldı ama sadece “lê li minê, lê li minê” sesleri işitiliyordu. Kötü bir şeyler olduğunu sezecek kadar dinledim ortamı, sonra kapattım telefonu. Ne olduğunu merak ettiğimden her gün arıyordum. Sonraki aramalarıma iki ay boyunca hiç yanıt alamadım.

Sonunda bir gün mesajı geldi. Yazdıklarından şahsıma ait bir mesaj olmadığı, genele yazıldığı belli oluyordu. “ Abim Kobanê’de şehit düştü. İki ay boyunca köyde taziyemiz vardı. Döndüm. İşe ihtiyacım var.” Hemen aradım. Adresini sordum, baş sağlığı dilemek için kendisini ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Yok abla, sen gelme” dedi. Ertesi gün sabah erkenden geldi. Türbanlı birisini beklemediğimi itiraf etmeliyim. Sanırım sosyoloji bölümünde okuyan birine başı kapalı olmayı yakıştıramamıştım. Küçücük, kısacık bir kızdı. Başına örttüğü örtü neredeyse kalçalarına kadar iniyordu.

Darmadağınık mutfak masasında oturduk. Kahve yaptım. Abisinden konuştuk. Dokuz kardeşin en büyüğü. O da öğrenciymiş; psikoloji bölümünde. Gülşah abisine başbakanlık bursu çıkmadığı için kendi bursunu ona gönderiyormuş. “Tamam, Kürt’üz ama” dedi, devam etmedi. Yarım kalan cümlesi Gülşah’ın abisinden farklı düşünceleri olduğunu anlamama yetti. Sonra bizim mücadelemiz ayrı onunki ayrı gibi şeyler söyledi. Kalkıp işe koyulmaya hazırlandı. Evin haline çok şaşırdığı başından beri belli oluyordu. Engel olmak istedim, bugün iş için çağırmadığımı söyledim. Haftanın diğer günlerinde dolu olduğunu, perşembe günü de Tokat’a gideceğini söyledi. Tokat’a neden gittiğini sordum. “Gazi Osman Paşa Üniversitesinde yüksek lisansa başvuracağım.” dedi. Başvurusu kabul edilirse her hafta gidip gelmenin çok masraflı olacağını, boş gün bırakmadan çalışmazsa masrafları ödeyemeyeceğini ekledi. Daha fazla konuşmak istemediğini, bir an önce işe başlaması gerektiğini hissettiriyordu.
Ayrılırken haftaya aynı gün görüşmek için sözleştik.

Hafta boyunca tertemiz bir evde olmanın huzurunu, yüksek lisans öğrencisi genç bir kadına temizlik yaptırmanın yarattığı şaşkınlıkla karışık yaşadım. Bana sıkıntı veren her şeyi unutmuş gibiydim. Her şey tertemizdi, ne güzel. Ev de ben de. Haftada bir temizlik yaptırma fikri iyi gelmişti. Ama ne yazık ki Gülşah daha ikinci hafta su koymuştu. Gelmemesinin nedenini kısa mesaj yazarak bildirmişti bana. Manevi kız kardeşi aniden rahatsızlandığı için Şanlıurfa’ya gitmesi gerekmişti.

Sonraki hafta geldi. Ben kahvaltıyı hazırlarken bir yandan mutfağın dağınıklığını topluyor bir yandan “Abla ara sıra evde iş yapmak sana iyi gelir. Evi bu kadar bırakma.” diyordu. Tamam, dedim, bu hafta daha dikkatli olacağım. Gereksiz konulara girmek yerine Urfa’daki manevi kız kardeşini anlatmasını istiyordum. Ama sormadan bir şey anlatmayacağını anlamıştım. “Urfa’daki manevi kız kardeşinin durumu nasıl?” diye sordum. Kız kardeşim hasta abla, diye anlattı. Zaten sakat, yürüyemiyor. Fenalaşınca babası beni aradı. Kredi kartımdan para çektim, gittim. Hastaneye yatırdılar. İki gece yanında kaldım. Bu haftaki işlerin paraları ancak kredi kartı borcumu kapatır. Kendini zor idare ederken başkasına destek olmasının büyük bir saygıyı hak ettiğini söyledim. O böyle ruh hallerini düşünemeyecek kadar meşgul olduğunu hızla işe girişerek gösterdi bana.

Ayrılırken önümüzdeki hafta gelemeyeceğini söyledi. Ancak ertesi hafta gelebilecekti. Köyde ekin kaldırma zamanıydı ve evde olup tarla işlerine yardım etmezse babasının annesine neler yapacağını düşünemediğini anlattı.
İki hafta boyunca eve gerçekten dikkat ettim. Gülşah’tan fırça yememek için iş dönüşü kahvaltı bulaşıklarını toplayıp makineye yerleştiriyordum. Koltukların altına kahve fincanlarımı itmiyordum. Hatta gelmesine iki gün kala eve temiz bir süpürge çektim. Geldiğinde kahve faslını uzatıp uzun uzun sohbet etmeyi kuruyordum kafamda. Enerjisinin kaynağını, yaşama motivasyonunu oluşturan şeyi anlamaya çalışacaktım.

Geldiğinde daha bir zayıflamış, iyice küçülmüş gibiydi. Kahvesini beklerken uygun fiyatta kiralık bir ev aradığını söyledi. Köydekileri buraya getirmesi gerektiğini, babasının evlenmek istediğini anlattı. Annesinin artık orada kalmasını istemiyordu. Üzülme, dedim. Kim dokuz çocuklu adamla evlenir ki. Kendi kendine söyleniyordur işte. Hep söylenip duruyordu zaten, diye anlattı. Ama bu sefer iş ciddi. Bulmuş birini. Bunca çocukla geçim sıkıntısı çekmiyor mu bu adam yeniden evlenmeye kalkıyor. Korucu maaşı var, dedi. Zaten eve ben yolluyorum, yoksa bırakmaz beni köyden dışarıya. “Senin oturduğun eve getiremez misin?” dedim, “Yeni ev araman gerekmez o zaman. Ayağı kalktı. Banyoya doğru ilerlerken, küçük kardeşleri olduğundan ve oturduğu evde çok fare olduğundan söz etti. Arkasından yürüdüm. Farelerin arasında sen nasıl yaşıyorsun, diyecektim ama Gülşah yer silme kovasını doldurmak için musluğu sonuna kadar açmıştı. Su sesinin benim sesimi bastırmasını istediğini düşündüm. Söyleyeceğimi duymak istemediğini göstermenin yoluydu bu galiba.

Gülşah aksatmadan haftalarca temizliğe gelmeyi sürdürdü. Yine de her hafta gelmeyeceğini düşünüp kaygılanıyordum. Hep yaptığımız gibi sabah kahvemizi beraber içiyorduk ama eskisi gibi konuşup dertleşmiyorduk artık. Anlatma sırası bana gelmişti. Buna mecbur olmadığımı bilsem de üzerimde basınç hissediyordum. Meğer bazı şeyler sorulmadan anlatılamıyormuş. Eşimin eşyalarını evden taşıdığı o haftadan sonra her temizlik gününde Gülşah’a her şeyi anlatmayı planlıyordum. Ama o sormadığı için yapamadım.

Eşim, giderken neredeyse evdeki eşyaların yarısını götürmüştü. Buna rağmen Gülşah eşyaların eksildiğini fark etmemiş gibi davranıyordu. Elektrikli süpürgeyi aramıyor, balkon fırçasıyla yerleri süpürerek idare ediyordu. Tencere tabak sayısı yarıya düştüğü için bulaşıkları makineye koymuyor elde yıkıyordu. Sonunda konuya giriş yapmak için, sepette çamaşırların kırış kırış beklediğini ve yeni ütü almak gerektiğini söyledim. Haftalardır sepette duruyorlar, kirlendi hepsi, tekrar yıkanmadan ütülenmez onlar, dedi.