Bir tepki vermesini bekledim. En azından bir soru sormasını. Ama hiçbir şey demedi. Sadece esnedi. Bense konuşmaya devam ettim

Haftanın Öyküsü: Hava

> HAKAN GÜNDAY

Önce esnedi sonra da televizyona bakarak konuştu:
“Bu savaştan hepimiz katil çıkacağız.”
Ben de esnedim ve sordum:
“Levhayı göstermiş miydim sana?”

Yanıt vermesini beklemeden koltuktan kalkıp salondan çıktım ve koridora girdim. Banyonun önünden geçerken durdum. Kapısı açıktı. Işığı yakıp aynada kendime bakmak, esnerken nasıl göründüğümü izlemek istedim ama olmadı. Düğmeye bastığım anda banyodaki ampul patladı. Sinirlendim ama işim vardı. Koridorda yürümeye devam edip çocuk odasına girdim. Odanın adını, iki yıl önce bana evi gezdiren emlakçıdan öğrenmiştim. Yerde, duvara dayalı duran trafik levhasını aldım ve yürümekten sıkıldığım için salona koşarak döndüm. Hayvan kadar bir gururla gösterdim levhayı.
“Bu işte! Bak!”
Baktı. Esnedi. Anlaması için daha çok bilgiye ihtiyacı olduğunu derhal anladım.
“Korna çalmak yasaktır, levhası...”
Hala esniyordu.
“Görüyor musun, bak şurada bir imza var. Kimin imzası, biliyor musun? Miles Davis’in! Hani bir zamanlar buraya konsere gelmişti, hatırladın mı? İşte o zaman imzalatmıştım. Nasıl? Bak, bu korna da trompete benziyor ya hani…”
Önce öksürdü sonra konuştu:
“Bu savaş var ya, her birimiz katil olana kadar bitmeyecek. Son kalan da kendini öldürecek.”
İki elimle başımın üzerine kaldırdığım levhayı yavaşça indirirken sordum:
“Bir ıhlamur yapayım mı?”
Konuşmadı. Konuştum.
“Kötü öksürüyorsun, üşüttün herhalde.”
Esnedi ve mırıldandı:
“Eskiden böyle mi linç edilirdi insanlar bu memlekette? Adam gibi, on kişi bir kişiye girişirdi. Şimdi bir bakıyorsun, bin kişi toplanıp ancak bir tabela indiriyor. Linç kültürümüzü bile aldılar elimizden!”
Esnediğim için tam olarak ne söylediğini anlayamadım ve ıhlamur yapmayı bilmediğimi hatırladım. Tutamayacağım sözler veriyordum. Çaresizce koltuğa oturup levhayı kucağıma koydum ve o sustuğu anda konuştum.
“Bir terapiye başladım bu aralar. Bir grup terapisi. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” diye bir terapi. Ne yapıyoruz, biliyor musun? Önce birbirimize, gelecekten ne kadar korktuğumuzu anlatıyoruz. Yani bir dakika sonra bile ne olacağını bilememekten ne kadar korktuğumuzu… Sonra da ikili gruplara ayrılıyoruz. Ve sırayla, bir dakikalığına, karşımızdaki insan için zamanı durduruyoruz. Böylece o insanın hayatında bir dakikalığına da olsa huzur oluyor. Saf huzur! Çünkü o bir dakika içinde o insanın hayatında hiçbir gelişme olmuyor… Yani tabii ki zamanı durdurmuyoruz da, öyle olduğunu varsayıyoruz. İyi geliyor ama!”
Bir tepki vermesini bekledim. En azından bir soru sormasını. Ama hiçbir şey demedi. Sadece esnedi. Bense konuşmaya devam ettim. Ama arada esnediğim için, ne dediğimi ben de duymadım. Sustuğumda “Niye?” diye sordu. Her ne kadar ne söylediğimi bilmesem de, sonunda beni duymuş olma ihtimaline öylesine sevindim ki tam coşku içinde bir şeyler diyecekken o henüz başlayamadığım sözümü jilet gibi kesti.
“Niye bu topraklarda insan hayatının hiçbir değeri yok, biliyor musun? Çünkü…”
Esnedi ve devam etti:
“Çünkü yok.”
Esnedim ve bir iddiada bulundum: “Yok öyle!”
Esnemekten kısılmış gözlerimin içine çok uzun bir süre bakıp fısıldadı:
“Kafamdan bir tıkırtı geliyor! Duyuyor musun?”
Esnemekten kısılmış gözlerinin içine çok uzun bir süre bakıp fısıldadım:
“Duyuyor musun? Kafamdan bir tıkırtı geliyor!”
“Bomba herhalde…” dedi, kendi kendine.
“Herhalde bomba… Tabii… Ne olacak başka? Bombadır, bomba…” dedim, kendi kendime.
Ve aynı anda esnedik… Tam da oturduğumuz yerde, usul usul ve tatlı tatlı uyuyakalacakken… Birden havaya uçtuk! Her şey havalanıp birbirine saplandı ama nasılsa televizyona bir şey olmadı. İyi ki de olmamış. Onun sayesinde anlayabildik. Herkes gibi biz de, televizyondan öğrendik öldüğümüzü. Öğrenmenin yaşı yok tabii… Çünkü bize kalsa, biz esnemeye devam ederdik. Ölü ya da diri.