Kravatını iyice gevşetti –akşam serinliği beklerken insanlar–, akşam buğusu çökmüştü şehre, sıcak, yapışkan

Haftanın Öyküsü: Hayatlarımızın  aldığı haller

> BEHÇET ÇELİK*

Onu neden aramadığımı sormadı. Ben de ona sormadım. Karşılaştığımıza sevinmişe benziyordu. Gözleri, “Sen de nereden çıktın?” demiyordu en azından – der miydi ki? Görüşmeyeli ne kadar değiştiğini anlamaya çalıştım. Anlayamadım. Takım elbisenin içerisinde başka biriydi; ya da koca bir yılın ardından – gözüm olmasın değişen?
Bir yerde oturmayı o önerdi. İkiletmeden kabul ettim. “Ne işim olacak bu saatte?” dedim, şaşırdım sesimdeki coşkuya.
Yürüdük bir süre, nerede oturacağımızı kararlaştırmadan. İşlerimizden şikâyet ettik, hayatın tadı tuzu kalmadığını ima ettik karşılıklı.

“Yeni bir şey değil bu,” dedi. Başımı salladım –aklım nereye gittiyse–, kaçırmıştım bir önceki cümlesini. Neyin yeni olmadığını anlayamadım, ama bunu sormak yerine, “Yeni bir şey var mı ki?” derken utanmadım, laf olsun diye söylememiştim ki. Gerçekten de yoktu.

Fal tuttum. “İçkili bir lokantaya girelim,” derse beni özlemiş olacaktı. Daha kısa sürecek –diyelim bir kahve içimi– bir akşam önerirse, merak etmiş olacaktı neler yaptığımı. Bir an için içkili bir yerde oturmayı kibarlığından ya da benim kabul etmeyeceğimi düşünerek önerebileceği geldi. Bir yılın ardından kibarlık falan kalmamış olmalıydı. Ya da büsbütün kibarlaşmış olmalıydık. Rastlaştığımızda hal hatır sorup ayrılmamız gerekirdi o durumda – böyle yapmamıştık.

Kravatını iyice gevşetti –akşam serinliği beklerken insanlar–, akşam buğusu çökmüştü şehre, sıcak, yapışkan.
“Şöyle oturalım mı azıcık?” dedi, bir çay bahçesinin önünden geçiyorduk. İşyerleriyle doluydu şehrin bu kısımları, cadde de, çay bahçesi de bomboş sayılırdı.

Yorgun görünüyordu. Esneyerek yanımıza gelen garsondan soğuk su istedi. İşaretparmağımı kaşık gibi çevirip çay istedim – şekersiz içerim oysa.

“Aç mısın?”
“Pek değil.”
“Yenmiyor bir şey bu havalarda.”
“İçilmiyor da.”

Yanıt vermedi. Çok içtiğini söylemişti bir arkadaşım. Yapmadığı ya da ertelediği içkili yemek davetinin benimle ilgisi olmayabilirdi. Olmasındı. Özlememiş olsundu – ne çıkar? Şu sıcak yaz akşamında sessiz, sakin bir çay bahçesinde hayatlarımızın aldığı hallerden konuşmanın bir manası yoksa tadı vardı. Susmanın da... Yıllarca o kadar konuşup durmuştuk – bir gün bir yerde susmamız kaçınılmazdı.

“Eee, daha daha ne var ne yok,” demeyi birbirimize bırakmış susuyorduk.

Konuşmamız gereken bir şeyler kalmıştı son görüşmemizden. Ayıptı başka şeyler konuşmak. Benim gibi hissediyor olmalıydı – ya da yorgundu göründüğünden.

“Yorgun görünüyorsun?”

“İki gecedir uyuyamıyorum doğru dürüst.”

“Sıcaklardan mı?” diye sorabilirdim. “Evet,” der geçerdi. Yapamadım. “O hikâye mi?” deyiverdim. Gözlerinden bir alev geçti. “O hikâye”nin kahramanına mı baktı öyle kızgın, bana mı –bir yıl önceki halime mi – bilemedim.
Fitili yakmıştım. Söndürmeye çalışmanın anlamı yoktu. İki yıl, beş yıl daha konuşmazdık en fazla. Kime, ne zararı olurdu bunun?

“Kızgın mısın bana?”

Hemen yanıt vermedi. Gözünü kaçırdı, kafasını kaşıdı. Şişenin dibindeki su damlalarını bardağa dökmeye
çalıştı. Ağzını buruşturdu sonra. “Bilmem,” gibi bir şeyler geveledi. “Kızdığım oldu ama geçti.”

“Ukalalık ettim o zaman, kusura bakma.”

“Boşveeeerrrr!” dedi, “Haklıymışsın zaten.”

Gözlerini görünce anladım, ne zaferdi söylediği benim için ne benim özrümün bir anlamı vardı. Mırıldanmışım – içimden geçirdim, içimden geçti sanmıştım oysa:

“Ne doğan güne hükmüm geçer / Ne halden anlayan bulunur.”

“Bırakmadın gitti bu şiir işlerini...” Gözlerine azıcık ışık vurdu sanki bunu söylerken.

Başkası duysa, şiirle, benimle, hatta bir zamanlar şiir karalamış bütün âdemoğullarıyla dalga geçtiğini sanırdı. Temenniydi söylediği, sadece temenni. Gücüm olsa, dağdağalı bir temennayla karşılık verirdim temennisine.
Yine de garson önümdeki çay bardağını alınca kalktık. İlk köşe başında birbirimize sarılmadan ayrıldık – sıcaktı canım, ondan!

Belki seneye bir daha karşılaşırız. Daha az yorgun olursak, nem daha az olursa havada, işimiz olmazsa yetişecek, içkili bir lokantada gevşemiş kravatlarımızla oturur söyleşiriz. Güleriz, eğleniriz. Çıkınca yakınlardaki bir pavyona çağırır belki beni, korkarak kabul ederim.

* Yazarın Can Yayınları’ndan çıkan “Gün Ortasında Arzu” isimli kitabından tadımlık bir öykü.