Haftanın öyküsü: Mavi*

CAN GÜRSES

... türküsünü sebep gösterip kalem parmaklı ellerini kelepçeleyip Kuzgun’u mahpus tuttukları gece nöbet beklemiştim karakolun kapısında, gün doğarken önüme atmışlardı Kuzgun’u yaka paça, bir daha da baba dilinde türkü okumadı güzelim, yüksek sesle kitap okudu onun yerine, beğenen durup dinledi, bazen de Kuzgun’un okuduğu kitabı elindekiyle değiş tokuş etti, ne zaman bir polis geçecek olsa milli marşı söyledik Kuzgun’la, sevdi bizi polis amca, kitapların türkülerin kısa halleri olduğunu Kuzgun’la yaşaya yaşaya öğrendim ben ve daha nicelerini, mevsimlik çiçekleri, cüceleri, egzozun yedi rengini, beli silahlıları, eli uğurluları, dünyanın ulaklığını eden postacıların nar misali çantalarını, kadınlığa soyunmuş adamları, yağmurlarda sığındığımız kiliseleri ATM odalarını camileri ve kapısı korkunun demir tonunda örtülmüş ev girişlerini, sıcaklarda sarkıp yüzümüze çarptığımız denizi, yakınından ayrılsak uzuvlarımızdan birini kaybetmiş gibi hissettiğimiz denizi, Kuzgun’un demesiyle kız kardeşim olan denizi, kimi arkadaşımız kimi ahlak bekçimiz olan esnafı, bazen ayna bazen komedi bazen hayal diye baktığımız vitrinleri, bizim gibi evsiz olan tramvayları, nereye bakacaklarını şaşırıp şehri haritada geziveren turistleri, Kapalıçarşı’nın sokak isimlerini, trafik ışıklarının huylarını, hangi parkta kimle kimin öpüştüğünü, günün ilk ekmeğinin kokusunu, martıların mimiklerini, kargaların dâhiliğini, hurdacıların servetlerini, mendil satan çocukların en sevdikleri yemekleri, kitap kapaklarının renklerini, birbirine nefes aldırmayan konser afişlerini, bizi içeri almayıp ekmeğe bile para alan restoranları, antikacıları anlatılmamış öyküleriyle zengin eden her biri bir roman olan antika eşyaların kimsesizliğini, İstanbul’un bir günde kaç bardak çay içtiğini, kuyumcuların vitrini dizerken takındıkları imparatorluğu, kedilerin sevişgenliğini, hangi bankta kimin uyuduğunu, ağaçların kuş dilinde konuştuğunu, güneşin her sabah nasıl gerindiğini, güneşin her akşam nasıl güzelleştiğini, ayın beyazlığını, köpeklerin sosyalliğini, hayatımızın şiir gibiliğini adımız gibi bilirdik, mutsuzluk hakkında konuşmaz, mutluluk hakkındaysa konuşulacak bir şey olmadığını bildiğimizden yalnızca mutlu olurduk, değilsek yürürdük, yorulursak dilek diler gibi kitap dilenirdik, mutluysak da mutsuzsak da başım ağrırdı, şakaklarımdan asfalta dökülürdüm ya söylemesem de anlaşılırdı, başımın ağrısına üzülürdü Kuzgun, üzülme derdim, başımın ağrısı benim doğum lekemdir, gülerdi Kuzgun, afiyetle güldürürdü beni, açık kitapta biriken paraları kaptığı gibi koşar, beyaz peynir alırdı, sen ne seviyorsan onu al derdim, yine gider yine en sevdiğim beyaz peynirle gelirdi, bir seferinde ben sessizce kitap okurken susmuş beni izlerken anneni arıyor gibi okuyorsun deyivermişti, ağlatmıştı beni, afiyetle ağlamıştım, sarılmıştık, sarılmak çağımızda hatırlamaktan da zorken, dokunmamak büyük prestijken, yamacımda siyah Kuzgun, ona kitap okuyayım isterdi, okurdum, merakla dinlerdi, dinlerken ağlardı, gülerdi, şaşırırdı, telaşlanırdı, korkardı, Kuzgun benim gibi değil çocuk gibi korkardı, sokak lambasını senin için açık bırakıyorum derdim, böyle şeyler ancak kitaplarda olur derdi o da, hayır, kitaplarda cümleler olur böyle şeyler olsa olsa hayatta olur derdim, durur düşünür hak verirdi, bazen kadın olduğumu unuttuğunu söylerdi, kadın olmak için sağlıklı olmak gerekir oysa ben sokağa taşınalı beri kanamıyorum çünkü sağlıklı kalmak için değil hayatta kalmak için kadın oluyorum demiştiysem de Kuzgun iyi de olsa insan da olsa bir erkek olduğundan benim bir kadın olduğumu gözleriyle hatırlamayı arzu ederdi ki bana güzel elbiseler almak istediğini yinelerdi, annesinin hepsi bir başka çiçekten dikilmiş elbiselerini anlata anlata bitiremezdi, Kapalıçarşı’ya ilk gidişimizde gördüğü kumaşlar karşısında yere kapanıp ağlayışıdır benim için Kuzgun’un çocukluğu, gökyüzündeki yıldızlara da gökkuşağının renklerine de erişemem ama koparılmış çiçekler çöpe atılmış barbunya kabukları ve dökülen yapraklarla sana bir elbise dikebilirim dikeyim mi diye sorduğu olmuştu bana, nasıl güzel bir insandı, güzelliğinden gözlerim bozuldu demiştim ona, çok okumaktan olmasın demişti, olur mu çok okuyanın gözleri olsa olsa dinçleşir dediğimde gözlerimde saatlerce yürüyüp, gözlerinin altı gözlerinden de büyük demişti, gözaltlarımın siyahlığına durup durup hayret ederdi, iyi ki başımda yemenim vardı, biraz olsun beni kadına benzetiyordu, Kuzgun yemenime hayrandı, tanıştığımız gün birden başıma yemenimi bağlayınca ben, bana güvenebileceğini anladığını sonradan anlatmıştı, bende annesinden bir şeyler buluyor olmalıydı, sadece ben ben olduğum için benimle olmadığını bilmezden geliyordum, Kuzgun bende annesinin, çocukluğunun, aşkının özlemini giderecek bir yan buluyordu, bu yanım mavilik olmalıydı, İstanbul’u İstanbul yapan mavilik, İstanbul’u genç kılan martılarıydı, geceleri hayatlarının en güzel çağındaki iki genç, Kuzgun ile ben, martıların grotesk ninnileriyle uykuya dalardık...

* Can Gürses’in, Nisan 2015’te Doğan Kitap’tan çıkan Kırık Beyaz adlı romanının 10. Bölümü “Mavi”den tadımlık bir soluk. Başı sonunun muallaklığı malum; belirtmek iyi olur ki bu esnada anlatıcı Can Edipsever adlı kitap dilencisi bir kadın.