Haftanın öyküsü: Nafarlar ve elmalar

KADRİYE BAKŞI*

Dışarıda yatan bu grup olmalı.

Saçağın altında, mukavvaların üzerine bağdaş kurmuş beşi altı kişiler.

Önce yaşlı olan fark etti bizi, ince titrek çenesini kaldırdı. Beresi gözlerini örttü örtecek, yüzü kaşık kadar. Diğerleri genç, çocuk yaşlarda belki... İri kara gözler bir çakıp bir söndü üzerimizde, sonra başları yine eğildi. Fısıltılı, derin sohbetlerine döndüler.

“Önemli bir şey konuşuyorlar belki,” dedi, İngrit, “bekleyelim az.”

“Bekleyelim.”

Tütün paketini çıkardım, sardık. Bekledik.

Rüzgâr iki gün evvelki ‘Mülteciler Hoşgeldiniz’ etkinliğinden kalma neon sarısı bir karton dövizi, karşıdaki metal çeperden söküp ayak bileklerime doladı. “Refugees Welcome.” Yeniden sürüklendi karton. İngrid, hızla sandalyesinin tekerleklerini çevirdi arkasından, kestane ağacının dibinde yakaladı onu. Eğilip aldı, koluyla kuruladı, özenle katlayıp, dizlerine yatırdı.

“Tekrar lazım olur.”

“Olur.”

Tütün sardık yeniden. Binanın çıplak pencere camlarına, içeride yatacak yer bulmuş talihlilere döndük yüzümüzü.
Eşya yok. Çiğ sarı ışığın altında yüzlerce insan, lanetli bir düğünün yemekten zehirlenmiş misafirleri gibi hareketsiz, solgun yüzlerle çıplak salona yayılmışlar. Aylarca süren yolculuktan kalma, karmakarışık, ne olduğu anlaşılmayan yüklerin arasında uyuyan çocuklar seçiliyor. Arada kuvvetli bir öksürük ya da çocuk ağlaması...

Kalabalık, bir uğultu ile hareketlendi. Özel güvenlik firmasından olmalı, üniformalı, iri yarı biri az uzakta durup, küçük pet şişelerde su atmaya başladı üzerlerine. Yakalıyor, hızla aralarında dağıtıyorlardı. Uyuyan çocuklar uyandı, ağızlarını şişelere dayadı.

Üniformalı tam dönüp giderken, çelimsiz bir adam kucağındaki çocuğu yere bırakıp arkasından seğirtti, bir şey soruyordu sanki. Duyuramadı üniformasının kolunu çekiştirdi arkadan. Dev gibi cüssesiyle döndü görevli. Elini sürmemek için kollarını iki yana açtı, göğsüyle iterek tekrar kalabalığın içine sürdü adamı. Son göğüs darbesi ile düşen adamın bebeği cılız bir çığlık attı. Üniformalı duvardaki elektrik kutusunu anahtarıyla açtı, ışıkları iyice kıstı, kıstı…

Karanlığa yakın bir loşlukta gölgeler, bekleyişlerine geri döndü.

İngrit’in yüzü öfkeden gerilmişti.

“Kurban olmak da seçilmiş bir rol olmalı İngrit. Saat sekiz buçukta karanlıkta kaldılar, hiç sesleri çıkmadı,”

İngrit ses etmedi.

Sus bakalım. Evet, bu durum kendi suçları, başka nasıl açıklayacağız?

“Bak, Peter dün sosis haşlayıp getirmiş mesela, elinden alıp köpeğine vermişler. Aç insan domuz falan demez, yer bence.”

“Kimseyi görmemek için kendimi hapishane hücresi büyüklüğündeki çalışma odama kapatıyorum,” dedi İngrit, “günde sekiz on saat, bazen günlerce. Özgürlük ideal ama insan gerçek işte… Yağmur başladı, hadi gel eşyaları verelim artık.”

Saçak altındaki gruba yeniden yaklaştık. Başlarını kaldırmadılar. Sohbet falan değil, suskunluklarının arasında alçak sesle birbirlerine aynı soruyu sorup yeniden susuyorlar. Bir oyun gibi.

“Ant albard ? “

“Ant albard?”

İngrit akıllı telefonundan Almancasını buldu sözcüğün.

Üşüyor musun?

Tekerlekli sandalyeye tıkıştırdığımız uyku tulumu ve battaniyeleri çıkardık. Gençler, yaşlı adama vermemizi işaret ediyor. Adam, çakmak ışığında tek tek inceliyor hepsini sonra gençlere dağıtıyor. Teşekkür edip alan hemen sarınıyor, birbirlerine bakıp gülüyorlar. Yaşlı adama battaniye kalmadı. İyi böyle diyor işaret diliyle, ben uyumuyorum zaten.

“What is your name?” Sırf konuşmuş olmak için soruyorum yaşlı adama.

“Nafar,” diyor, elini göğsüne koyup. “My name is Nafar.”

Ardından gençler de ellerini göğüslerine koyup “Nafar,” diyorlar sırayla.

Yağmur hızlanıyor, duvarın dibine iyice sokuluyoruz.

“Elmaları unuttuk mu İngrit?”

Hayır, sırt çantamdaymış. Yedi tane mi hepsi, yuh ya, ayıp oldu! Utanarak yaşlı adamın önüne bırakıyorum elmaları.

O aldırmıyor, pür dikkat yağmuru dinliyor. Biz de kulak veriyoruz. Çocuk sesleri var yağmur perdesinin arkasında. Sevinçli, çığlık çığlığa, Arapça şarkı söyleyen çocuklar… Sulara çap çap vuran çıplak ayak sesleri, şarkılarla birlikte yaklaşıyor. Yağmur perdesi yırtıldı, saçağın altındalar sonunda. Rengârenk elbiseleri ortalığı aydınlatıyor. Onlarca, belki de yüzlerce çocuk, gözleri elmalarda sıralanıyor ihtiyarın önüne.

“Hayaa hayaa,” diye sesleniyor ihtiyar neşeyle gülerek. Davranıp incecik parmaklarıyla elmaları bölmeye başlıyor. Bir parça alan oynaya sıçraya gidiyor, yenileri geliyor.

“Hayaa, hayaa “

Yaşlı adam elmaları bölüyor, dağıtıyor, bölüyor, dağıtıyor…

Çocuklar gidince kalan son elmayı da saçağın altındaki gençlere bölüştürüyor.

Bir tütün sarıyor, yakmadan cebine koyup kalkıyor.

“Çay,” diyor, işaret diliyle, “çay içmeye gidiyorum.”

“İngrit,” diyorum eve dönerken, “getiremedik şuraya bir kasa elma, ya biz nasıl insanlarız.”

“İyi insanlarız,” diyor İngrit.

*Nesin Yayınevi tarafından basılan Kumpanya Nula kitabıyla Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin (ÇGYD) verdiği “Yılın Çocuk Kitapları” ödülünün 2014 yılındaki sahibi.