15 Ekim 2012’de, daha sonra adının “Şermin Kalkan” olduğunu öğrendiğimiz bir kadıncağız, raylara atlayarak intihar etmişti. Metroda “Teknik bir arızadan dolayı seferlerimiz gecikmeli olarak yapılacaktır.” anonsu geçildi

Haftanın Öyküsü: Sarı Çizgiyi Geçmeyiniz

> MERVE YAKUT yakut.merve@gmail.com

“Orada, leş gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak gücendirilmiş sıçancık yavaş yavaş kine; soğuk, zehirli, özellikle sonu gelmez bir kine boğulur." Yeraltından Notlar, Dostoyevski

Ben, Dişli... M2 Yenikapı-Hacıosman Metro Hattı’nın daimî üyelerinden biri olarak, “çok kalabalık” sıfatıyla meşhur Taksim İstasyonu’nda uzanıp gitmekteyim. Gece yarısına kadar çalıştığımdan ve dahi yorgun insanların yükünü taşıdığım için, her daim yorgunum. Alt kattaki Düz ile pek anlaşamayız. O -adı üstünde- pek düzdür, haddinden fazla mekaniktir. Biz kadınların inişli çıkışlı hâletiruhiyesini, sivri ve ironik dilini, sert köşeli hususiyetlerini anlayamaz. Sürekli didişiriz. Aramızdaki husumetten başka, sizin yüzünüzden de homurdanıp dururuz. Düz’ün serzenişlerini her gün duyarım: “Çok kalabalık!” İstanbul, sınırından içeri giren herkesi kucaklıyor. Olan bize oluyor. Yükten, yorgunluktan göçmüş, bitmiş, tükenmiş hâldeyiz.

Kafile hâlinde gezip çok gürültü çıkarmaları sebebiyle, burada turistlerden pek hazzedilmez. Çoğu yürüyen merdivenin ya da yürüyen bantın aksine, ben turistleri severim. Onların sayesinde pek çok dil öğrendim. Sizi hep dinliyorum, sizden çok şey öğreniyorum. Çoğunuz sıkıcısınız ama bazılarınız çok güzel işler yapıyorlar. “Game of Thrones” dizisinin müziğini icra eden, şu müzisyen dörtlüsü mesela. Bizim istasyona sık sık uğrarlar. Müzik, bizim de ruhumuzu doyurur. Zannedilenin aksine, eşyanın da ruhu vardır. Turnikelerden reklam panolarına, kart dolum cihazlarından güvenlik kameralarına, her birimizin birer ruhu var. İlaveten, biz de sizin gibi, mesai bitimini iple çekeriz.
Saatler 00:00’ı vurduğu zaman, bizi durdurduklarında, üzerimizdeki yüklü elektriği ve dahi stresi atmak için yukarıya, şehre çıkar, günbegün değiş(tiril)en Beyoğlu’nda, zalimlerin ve mazlumların, güçlülerin ve haklıların, muktedirlerin ve mağlupların aralarında gezinip dururuz. “Yukarı” dediğimiz yer, çok acayiptir. Hem çok güzeldir, hem çok korkunç. Türlü pislik, uğursuzluk döner burada. Beyoğlu, handiyse hiç uyumaz. Birbirine bitişik binaların içinden kâh sevinç, kâh keder yayılır. İstiklal Caddesi boyunca sıralanan ve sayıca pek azalmış sinemaların kırmızı koltukları, sabah 11:00 seansı için sessizce bekleşirler. Sabaha karşı sessizliğin hâkim olduğu parka uğrarız. Muhitin en anlamlı yeri bu güzel parktır ki onun uğrunda nice can, toprağa karışmıştır.

Bir akşam, iş çıkışı vaktinde, Düz’ün telaşlı sesini duydum, “Bir genç, elinde siyah bir bavulla turnikeden atladı. Güvenlik, peşinden koşuyor. Kaçağın canlı bomba olduğundan şüpheleniyorlar”. “Parasız,” diye düşündüm, “garibanın biridir”. Yukarıda her şey parayla dönüyor. Yerin altındaki, raylardan örülü düzen de parasız işlemiyor, elbette. Çalışmamı yavaşlatıp, ruhumun yarısıyla onun peşine düştüğümde gördüm; kara kuru bir gençti bu, on dört-on beş yaşlarındaydı. Basamaklarımı koşar adımlarla aşan zavallının üstü başı eskimişti, âciz ayakkabıları yırtıklarla doluydu. Etrafında konuşulanları anlamıyordu, çünkü Türkçe bilmiyordu. Mülteciydi.



Ben böyle trajedilerden ziyadesiyle etkileniyorum. 15 Ekim 2012’de, daha sonra adının “Şermin Kalkan” olduğunu öğrendiğimiz bir kadıncağız, raylara atlayarak intihar etmişti. Metroda “Teknik bir arızadan dolayı seferlerimiz gecikmeli olarak yapılacaktır.” anonsu geçildi. Bu elim intihar vakasının yolculara “teknik bir arıza” olarak duyurulması, zannımca, merhumeye yapılmış büyük saygısızlıktı. O esnada yakınlarında bulunduğum iki kadının sohbetinden öğrendiğime göre, Tolstoy’un muazzam romanının aynı isimli baş karakteri Anna Karenina da kendini trenin altına bırakmış. Düz’e anlattım bunu, “Düşünsene... Kadın, ünlü bir roman kahramanının pek can acıtıcı intihar yöntemini tatbik ediyor. Belli ki ona özenmiş, öleceksem de şaşaalı bir şekilde öleceğim, demiş. Çok romantik, değil mi?” dedim. Düz, her zamanki katı gerçekçiliğiyle cevap verdi: “Kadın, sadece kesin bir yolla ölmek istemiş. Belki de o romanı okumamıştır bile.” Oysa ben, biliyorum; bir kadının Vronski’si varsa, sarı çizgiyi geçmek onun aklından mutlaka geçmiştir.

Bomba şüphesinden haberdar olan yolcular, birbirini ezerek kaçmaya, çıkış kapılarına doğru koşmaya başladılar. Kara kuru genç de izini kaybettirmek için şuursuz şekilde, var gücüyle koşmaya devam ediyordu. Derken, mülteci, o hengâmede önünü görmeyip sarı çizgiyi geçti. Muvazenesini kaybetti, kendini rayların üstünde buldu. Düşmesiyle sol dizi yaralamıştı, kanıyordu. Ekranda görüldüğü üzere, metronun gelmesine üç dakika vardı. Fakat o hem acı çektiğinden, hem de etrafındaki kalabalıktan olacak, sarı çizginin ötesindeki insanları aşıp kendini yukarı çıkaramadı. Kimse de elini uzatıp onu raylardan almaya teşebbüs etmiyordu. Ölüm korkusu, insanı nasıl çirkinleştiriyor... O gün, metronun ezerek öldüreceği âşikâr olan bir insanı yalnız bıraktınız. “Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur” prensibini unuttunuz. Masum bir insanı ölüme terk ettiniz.

Mültecinin kara gözlerinde, şaşkınlıkla karışık öfkeyi gördüm. Hayatı boyunca unutamayacağı o ânın içinde, insanlığa olan itimatını tamamen kaybetmişti... Ezilmesine saniyeler kala, devasa, sarı gözleriyle tünelin ucunda zuhur eden ejderhayı gördü. Bütün kuvvetini topladı, giydiği intikam arzusu zırhını hiç gizlemeden, önüne âdeta set çekmiş kalabalığı yarıp yukarı çıktı.