Sol tarafta bir inşaat yükseliyordu. Zamanı silmenin en kolay yolu anıları unutturmaktır. Anıları, mekanları, çocuklukları, çocukları... Bitmesine birkaç ay kalmış inşaatın hemen çaprazındaydı ev

Haftanın Öyküsü: Son Durak

BURAK ABATAY - @abatayburak

Ankara her mevsim soğuk. Mayıs ayı falan dinlemiyor hem de. Ceketi aldığım iyi olmuş. Arabada soğuğu sıcağı kavrayamadım ama adımımı dışarı attığım gibi ayak bileklerimden hissettim Ankara’yı. Erkan sağolsun adresi çabucak buldu. Kapının önüne kadar bıraktı beni. Ankara’dan Kayseri yoluna doğru devam edecekmiş. Babası Aykut Bey gibi kibar bir oğlan. Yolda Erkan’a dönem Ankaralılığımdan bahsettim. Ankara’nın, Ankaralı’nın değişmesinden ne kadar çok korktuğumu söyledim. Durup da bir “eh be!” demedi. Ankaralı olabilecek kadar sabırlı bir genç olduğunu düşündüm. Ankara, gösterdin miydi dumanı üstünde tüten kıpkırmızı bir çay gibidir. Tepsisini masada unutur. Gelir gider konuk olur masana, yalnızlığına.

Arabadan inince hemen kavşağın karşısındaki sokağın köşesindeydi Hüseyin’in kondusu. Araba, tam da İstanbul’u mırıldayan bir şarkıyla uzaklaşırken el salladım Erkan’a. Araba da, İstanbul mırıltısı da Erkan ile beraber uzaklaştı. Yolun karşısına geçtim. Sol tarafta bir inşaat yükseliyordu. Zamanı silmenin en kolay yolu, anıları unutturmaktır. Anıları, mekânları, çocuklukları, çocukları... Bitmesine birkaç ay kalmış inşaatın hemen çaprazındaydı ev.

Hüseyin’in mavi demir kapısının mandalını kaldırdım ve bahçesine girdim. Veda, edilmemiş son cümledir. Çıkmadı ağzımızdan henüz. Ne sen ne de ben. Geri döndüm can dostum. Çalıyorum kapını. Tutar mısın elimi? Kapıyı Hayat açtı. Ankara el bileklerimden kavradı.Buyur etti. Sarıldık. Hiç bilmesem de ne yer ne içer ne rengi sever, hangi çiçeğin kokusu vardır burnunda, hepsini ezip, geçip sarıldık. Hüseyin’i sevmiş çünkü.

Oturma odasına doğru geçerken durdum; “Nasıl durumu Hayat?” diye sordum. “Bildiğin, duyduğun gibi Ertuğul” dedi. Kanser artık iç organları büyük ölçüde kaplamış. Şeker hastalığı da ameliyat olmasına engelmiş. Olsa bile masadan uyanarak kalkması çok düşük bir ihtimalmiş. Doktorlar da eve göndermiş. Ne kadar yaşarsa evinde yaşasın diye.

Yıllar öncesinden bir ses çağırdı bizi: “Kim o Hayat?” Hayat cevap vermedi. Önden ben girdim odaya. Bir kenarı duvara yaslanmış masanın etrafındaki üç sandalyenin hemen yanı başında yeşilden kabartmalı kadife kanepenin köşesinde oturuyordu. Ulu bir çınarın gölgesi gibiydik. Ben, Haydar, Hüseyin, Selami, Ali... Şimdi kavakların gölgesi gibi her şey. İki sıra oturmaya müsade etmiyor. Zamanın dikine çizgisi son sürat giderken, enine dostluklar, aşklar, insanlar eriyor. Özlem doğuyor. Mektuba sığmıyor her şey.

Hüseyin, bir anda sağ eliyle koltuğun koluna dayandı ve ayağa kalkmak istedi. Elinden tuttuğumda çoktan ayaklanmıştı bile. Sessizce ağladık. Omzunun ovaline dokundum. Usulca kanepeyi işaret ettim. Hemen karşısına masanın üç sandalyesinden birini çektim. Hayat sordu ne içersin diye. Çay içerdik, rakı içerdik, sigara içerdik. Büronun masası bir bardaklarından, bir de dirseklerimizden usanmıştı. “Çay varsa içerim Hayat” dedim.
Akşamı ettik. Kah geçmişi konuştuk, kah geleceği. Geleceği yoktu oysa Hüseyin’in. Bitmeyen yolculuğu vardı. Yoksulluğumuz güzel ediyordu bizi. Umudumuzun fitili güzel yürekli çocukların gelecekleriydi. Nilüfer’in ölümü sonrası yalnızlığımı anlattım. Evden kaçışlarımı izah ettim. Ölüm olta kadar hafifti denizde. Sandal yaşam kadar zordu karada.

Yemekten sonra içtiğimiz kahve ile beraber gitmeye karar kıldım. Hüseyin ak gözleriyle ne yapacağımı, nasıl edeceğimi bilir bir şekilde izliyordu olup biteni. Ayağa kalktı. Sarıldık sıkı sıkı birbirimize.

Hayat kapının ardından ceketime uzanırken Hüseyin, “Dikkat et Ertuğrul” dedi. “İyi bak kendine. Özletme. Ara mutlaka. Hem şunun şurasında...” derken yüzümü tutan ellerinden kavradım. Sarıldık sıkıca. Hayat’la vedalaştık. Bir şeye ihtiyacı olduğunda ulaşması için telefon numaramı ve adresimi bıraktım. Çıkarken kapıdan, avluda rüzgâra el uzatmış sardunyalar vardı. Rüzgardan başka kaybedecek bir şeyi olmayan çiçekler kokuttu baharı. Mavi demir kapıyı kapatırken karşıdaki inşaat hâlâ zamana diş gösteriyordu.

Kavşakta bir otobüs durağı varmış. Durakta bekleyen bir delikanlı vardı. Kendisine AŞTİ’ye nasıl gideceğimi sordum. Aynı otobüse binebilirmişiz. Ama yol üzerinde inip başka bir otobüse binmem gerekmiş. Otobüs geldi binerek uzaklaştık Hüseyin’den. U çiziyor hayatlarımız. Birine doğru dimdik bir biçimde gidip sonra tersi istikametine kırıyoruz direksiyonu. Hiçbir şey sonsuz değil zira. Uzaklıklar, kıtalar mesafe bile olmazken dünyada, toprağın beş karış altı ölüm oluyor. Korkusu kokusunda gizli tek şey o, kızaran toprak.

Ankara’da otobüs kartım yoktu. Cüzdanından çıkardığı kartı makineye iki kez okuttu genç. Cebimden çıkardığım 10 lirayı vermek istediğimde ise “Amca nasıl bozayım ben onu. Bir başka sefer sen de başkası için ödersin” dedi. Cansever’in dediği gibi. Neşem, hüznüm, kederim... kısacası dünyam yerine geldi. Karanfilin kırmızılığı insanlara ulaşmış olsa gerek ki, karşımdaki beyefendiyi tebessüme zorladı. Ankara’nın soğuk insanı hâlâ gülebiliyorsa Haziran'da gençler haklıymış.

•••

Usulluğumu kaybettiren bir telaş sardı. Beraberinde otobüse bindiğim delikanlı yoktu otobüste. Şoför büyük bir ustalıkla yanaştı perona. Otobüsün üç kapısı da açıldı. Önümdeki adam yaşını belli eder bir hareketle ayaklandı. Herkes gibi şoför de ayaklandı. Ne olup bittiğini anlamazken insanlar bir bir terk etti külüstür vasıtayı. Şoförle göz göze geldik. “Son durak” dedi.

Otobüsten indim. Soğuk sessiz bir meydanın sabahında uçuşan güvercinler kanat çırptı içimde. Cebimden tütünün sarısından sarı filtresinden tuttuğum sigaramı ateşledim. Otobüsün ön kapısında yolcuların tümünün inmesine bekleyen şoföre doğru bir dumanla hareketlendim:

- AŞTİ’ye nasıl giderim?

- Bu son otobüstü. İleride taksi durağı var. Ancak taksiyle gidebilirsin.

Hayatım ineceğim durağı kaçırdığım noktalardan ibaret. Son otobüsle son durakta inmek. Ömrümün hiçbir durağına zamanında varamamıştım ben. Ne yaptımsa şu ömrümde her işin sonunda özlem biriktirdim. Yıllar öncesinden bir ses çağırır beni. Hüseyin ve Haydar bana kahvaltılar hazırlar. Çaylar demlenir kalabalık dost balkonlarında. Masayı ben toplayacağım. Kül tablasını siz kaldırın.