Kime karşı savunuyordum ben vatanımı? Düşmana karşı elbette! Peki, o kimdi? Düşman elbette! Düşmanın bu kadar insana benzeyebileceğini hiç düşünmemiştim

Haftanın Öyküsü: Yaban inciri

HANİFE ALTUN

İkimiz de sarıldık birimize en olmayacak biçimde ve güldük sonra en olmayacak yerde…

Kurşun gibi yağmıyordu üzerimize kurşunlar ve yine kurşun gibi değildi başımızın üstünden ölümün rüzgârı ve fısıltısıyla geçen mermiler. Biz onların birer gece kelebeği olduğunu varsaymıştık. Ölecektik. Çünkü ölecekler safındaydık. Bir görünmez el, yine bir görünmez boya ile çarpılarını çekmişti; alnımıza, sırtımıza, göğsümüze görmesek de biliyorduk boyanın rengini, elbette kırmızı! Yangında ilk kurtarılacaklar bir de yanmaya terk edilecekler vardı. Kurtarılacak listesine hiçbir kere yazılmadı, yazılmayacaktı adımız. İşin fıtratı gereği, bu böyleydi.

Biz de dedik ki, ölmek üstümüze zimmetli madem; o halde neden sevimsiz, soğuk, metal parçalara teslim edelim canımızı. İşte bu sebepten kelebek varsaymıştık başımıza yağan bombaları, yanımızdan vızıldayarak geçen mermileri. Bir gece kelebeğinin süslü kanatlarına teslim edecektik canımızı. Biraz kelebek kanadı tozu, son bir nefes… Biz, hepimiz ölecekler safındaydık.

Sol omzunda derin bir yarası vardı. Bir kayanın oyuğuna saklanmış ölmeyi bekliyorken buldum onu. Kurşun, parçaladığı yere saplanıp kalmıştı. Gülümsüyordu! Dişleri o kadar beyazdı ki, acısını bastırmak için alt dudağını ısıran dişlerinin ışığında, fener tutulmuş gibi aydınlanıyordu esmer yüzü. Yarasını görmeyip yüzünün ifadesine bakan herkes gülümsediği zannına kapılabilirdi.
Yanına yaklaştım beni görünce, yüzü gölgelendi. Ölümü beklerken bile içinde var olan yaşam umudunu yok edecek bir tehlikeydim onun için. Düşman askeri! Hâlihazırda iki büklümdü, dizlerini biraz daha çekti, göğsüne doğru. Dizkapaklarını çenesinin altına sıkıştırdı iyice. Silahımı doğrulttum. Gözleri, “yaralıyım, yapma!” dedi. Bizim oralarda bütün gözlerin ortak lisanı olan bu feryada hiç de yabancı değildim. Kelimeler yok… Sessizliğin duvarında büyüyen kocaman gölgelerden kırptıklarımızla kurulu cümleler var sadece. Dilsiz değil de, sözsüz bir diyarın çocukları ben ve o. Sıyrıldım, daldığım düşüncelerden.

Ama ben vatanımı savunmak için buradaydım. Üzerimdeki bu üniforma, omzumdaki bu silah, ayağımdaki postallar… Kime karşı savunuyordum ben vatanımı? Düşmana karşı elbette! Peki, o kimdi? Düşman elbette! Düşmanın bu kadar insana benzeyebileceğini hiç düşünmemiştim. Bir düşman fotoğrafı vardı zihnimde ama o düşman, bu düşmana benzemiyordu hiç.

Hayal kırıklığı diyebilir miyim buna bilmiyorum. Bu insan/düşman karşısında ezberlerimin bir yanı yıkıldı, bir büyük gürültüyle.

Yarasından akan kana baktım. Kırmızıydı. Bu mümkün müydü? Düşman da kırmızı mı kanardı yaralanınca? Neden hemen annesini düşündüm? Sonra? Anneme benzeyip benzemediğini? Benzediğinden emin oldum hemencecik. Yüzündeki çizgiler, elbisesindeki çiçekler, şalvarının kesimi, örtüsünü başına dolama biçimi birbirine eş, iki kadın geldi karşımda durdu. İkisinin de yaşlıydı gözü ve aynı çizgiyi takip ederek çenesinden göğsüne düşüyordu damlalar. Annelerimiz aynı!

Bu, insan/düşman/kardeş karşısında elim, kolum çoğaldı. Koyacak yer bulmakta zorlandım.

‘’Sen askersin! Vatan sana emanet! Doldur mermiyi kafatasına arkana dönüp bakma sonra…’’

İnsan/düşman derin ama hırıltılı bir nefes aldı. Ben, hiç bilmediğim bir canlı türüyle karşılaşmışım da, onun bana benzeyen yanlarını keşfettikçe hayrete kapılıyormuş gibi baktım yüzüne. Silahımı yan taraf bırakan, sonra düşman/insana uzanan el benim miydi? Şaşkınlığımdan sıyrılıp, sırtladım ve bir düzlüğe yatırdım onu.

“Yaran derin. Çok kan kaybetmişsin’’ dedim.

‘’Acımıyor pek…’’

Yarasını temizleyip, kanı durdurmaya çalıştım. Öleceğini, boşuna uğraşmamamı, hasta olduğunu, bu yaradan olmasa da zaten hastalıktan öleceğini söyledi. İçeride ölmekten başka bir korkusu yokmuş. Yakalanmaktan korktuğu için kaçıyormuş. Bundan sonra işe yaramazmış, dönse de zaten öldürürlermiş, sadece saklanıyormuş. Hayattan saklanıp, ölmeyi bekliyormuş. Su istedi, verdim. Pili zayıflamış bir duvar saatinin, saniyeyi gösteren kırmızı ibresi gibi harflerin üstünde takılıp kalıyordu sesi.
Yeleğinin göğüs cebini işaret etti. Küçücük bir çakı vardı, çıkarıp elime aldım. Çakının deriyle kaplı sapını işaret parmağıyla okşadı birkaç sefer. Bir kuşun başını okşarmış gibi özenle. İlkten hafif bir tebessümle aralandı dudakları. Camda telaşla koşturup, birbirine yetişip/karışıp çoğalması gibi yağmur damlalarının, ya da ucundan tutuşturulmuş kâğıtta bir anda parlayıp, harlanması gibi alevin… Ve bir anda hızla olup bitiveren daha başka şeyler gibi… Çoğaldı; tüm yüzüne dağıldı, sonra ansızın rüzgârla sönen bir mum gibi dudaklarının kenarında siliniverdi gülümsemesi.

Babasınınmış çakı. Söğüt dalından, sazlıktaki kamışlardan dilli düdük yaparmış babası bununla. Altı oğlan kardeşlermiş, altısına da yaparmış. İki de bacıları varmış. Bi tanesi kızamıktan ölmüş. Beş yaşındaymış öldüğünde. Öbür bacısı da duttan düşmüş, çolak kalmış kolunun biri. Komşu köyün, yaşlı muhtarına vermişler. Arası çok geçmemiş ölmüş ihtiyar. İki karısı, on bir tane de çocuğu varmış. Muhtar ölünce baba evine geri gelmiş bacısı. Altı oğlandan biri askermiş, ikisi de kendisi gibi dağdaymış. Önce küçük kardeşi çıkmış dağa, sonra kendisi, sora da ağabeyinin biri.

Bütün hayatını, köyünü, çocukluğunu, ailesini her şeyi anlatmak istiyor ama zamanın yetmeyeceğini biliyormuşçasına telaşla, soluğu kesile kesile anlatıyordu. Hemen her cümlesi yarım kalıyordu. Derin bir nefes alıp yeniden, kaldığı yerden anlatmayı deniyordu. Aniden sustu. Önce bulutlara dikti gözlerini, hızla geçip, giden bulutların birkaçını takip etti, bir süre. Sessizce.

Sonra aşağı düşürdü çenesini. Yanı başımızda duran küçük kayayı işaret etti. Anlamadım ne söylediğini. Yüzüne baktım öylece. Kayanın içinden çıkan incir ağacını gösteriyormuş meğer. Yaban incirinden incir savaşı yaparlarmış. Bunların iyice olgunlaşmış, yumuşamışları olurmuş. Onlar isabet ettiğinde çok yakarmış, bir de patlar her yanlarına bulaşırmış. Sütü de çok pis kaşındırırmış…

Son sözü yaban incirinin sütü oldu. Bunu anlatmaya yetmedi nefesi. Sağ elinin ilk üç parmağını, görünmez bir incirin yapışkan sütünü ellerinden temizler gibi birbirine sürtüp çekmeye başladığı sırada; biz en olmayacak biçimde ve en olmayacak yerde, birbirimize sarılmış gülüyorduk.