Her şey mutlaka ardında bir iz bırakır, bazen görünmese de, başka izlere karışsa da… Bu iktidarın da ardında bıraktığı izler olacak, sadece fiziksel değil, psikolojik izler… Bütün bu belirsizliklerin, korkuların, travmaların, bir kişinin iktidarı uğruna her şeyin mübah görüldüğü siyasetin nelere mal olduğunu hatırlatan izler. Belki de gitmeyecek, artık bütün gücü eline geçirince izler derinleşecek, kopup dağılacak her şey, kim bilir…

25 Haziran’ı düşünüyorum. Güzel bir güne mi uyanacağım o gün? Bir günü güzel yapan ne? Güneşli olması mı, yanınızda sevdiğiniz, sevdikleriniz… Bir günü güzel yapan şey, umut. İnsanlar umutsuzluğa uzun süre dayanamazlar. 16 yıl dile kolay, bir gün değişecek her şey diye geçen onca yıl. Değişecek mi?

Balıkçılar kahvesi değişmeyecek, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, o sabah burası yine yerinde duracak. Gazetelerimi alıp buraya geleceğim, dışarıdaki, deniz kenarındaki masalardan birisine oturacağım. Osman Abi çay getirecek, deniz ve martıların eşliğinde gazeteleri okuyacağım. Bir gün burasıyla da ilgili bir rant düşüncesi olur belki, yıkıp yerine zevksiz, korkunç bir yapı kondurup birilerine peşkeş çekerlerse şaşırmaz kimse. İnşaat ve rant iktidarı böyle bir şey. Çıkarlarından ve gösterişten başka hiçbir şey umurlarında değil. Toplum bölünmüş mü, doğa zarar mı görmüş, işsizlik artmış mı, adalet ve hukuk bitmiş mi, sorun değil, sorun dış güçler ve içimizdeki hainler… Asıl tehlike, içimizdeki hainler değil, içimizin hainleşmesi…

Yasmina Reza’nın “Ne Mutlu Mutlulara” adlı kitabı, içimizin nasıl hainleşebildiğini gösteriyor; başımıza gelen kötü şeylerin duygularımızla ilişkisini... Kitabın arka kapak yazısında şöyle yazıyor: “Gelecek hayallerinden vazgeçmiş, arzularını yitirmiş, hayatla yenişemeyen sıradan insanların aşkla, iktidarla, dostlukla, hastalıkla, başarıyla, ölümle, aileyle ilişkilerini kimi zaman derin bir melankoliyle, kimi zaman da keskin bir mizahla mercek altına alan Yasmina Reza birbirine değen bu hayatlara sızmış.”

Hayatlar birbirine değebilse, içimiz de bu denli kolay hainleşemezdi. Neden gelecek hayallerinden vazgeçme, arzularını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyaydı günümüz insanı? “Erkeğin Yarısı Kadın” adlı romanında Cang Şianliyen, insana asıl hükmeden şeyin ‘yüreğimize çöken duygular’ olduğunu iddia etmişti: “Yaşamın akışı içinde duygular kalburdan geçip eleniyor; tanımlanamayan duygular, ayrışacak kemiklerden yoksun olan duygular. Onlar insan yüreğinin bir yerinde pıhtılaşarak çökeliyor. Onların suda erimeyen çekirdeğini nasıl açıklamalı? İnsanlar kendilerini bile tanımakta zorlanıyor. Ama o açıklanması olanaksız duyguların ölümsüz bir anlamı var. Bir ömür boyu dalgaları yedikten sonra geriye kalan ve sonsuza kadar kalacak olanlar, işte o duygular.”

Yaşamın akışı içinde duyguları ayıklayan elek, belki de artık yoktu, kaybolmuştu. Yasmine Reza’nın karakterlerinin dramı, belki de buydu, geleceğe dair hayallerini ve yaşama arzularını yitirmelerinin nedeni… Belki de içimize çökmüyordu duygular, çabucak buharlaşıyor ve geriye koskocaman bir boşluk kalıyordu. Reza’nın kitabındaki Philip Chemla, “Aşk acısı çekmeyi isterdim” diyor, tiyatroda izlediği bir Beckett oyunundaki şu sözleri duyduktan sonra: “Mahrem cinsel ilişki bittiğindeki hüzün, bize aşinadır. Evet, bu hüzünle baş etmesini biliriz.” Chemla, o eski zamanları ‘mutlu hüzünlü günler’ diye tanımlıyor. Hem mutlu, hem hüzünlü olunabilen günler… İşte o zamanlar, yüreğe duygular çökebilirdi, suda erimeyen bir çekirdeğe benzeyen, ayrışamayacak ve kolay kolay açıklanamayacak duygular… O zaman arzularını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı insan, mutlu da olabileceğini bildiği için hüzünlerle baş edebilirdi.

25 Haziran sabahı, güzel bir sabah olur belki; her tür belirlenme, fişlenme, dayatma ve korkudan uzak, özgürce hüzünlenip mutlu olabileceğimiz bir güne uyandığımız…