Dünya Toplumsal Adalet Günü’nde, İzmir İktisat Kongresi’nden günümüze toplumsal gelişme ve adalet kavramları arasındaki ilişkiye ve bunun kültür endüstrisine etkilerine bakmakta yarar var.

Hak, hukuk, sanat

Hafta içinde -17 Şubat günü- İzmir’de, Ahmet Priştina Kent Arşivi ve Müzesi’nde önemli bir panel ve sergi açılışı gerçekleşti. 17 Şubat 1923’de, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden toplanan İktisat Kongresi’nin 99. yıldönümü nedeniyle düzenlenen panelde konuşan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’ni tam bir yıl sonra anlamına uygun şekilde düzenleyeceğiz” sözünü verdikten sonra, kongreyi yüz yıl önce olduğu gibi, çiftçilerin, işçilerin, sanayicilerin ve ticaret dünyasının katılımı ile gerçekleştireceklerini belirterek, “ortak akılla ekonomik bağımsızlığımızı yeniden inşa edeceğiz” diyor ve “Türkiye’nin geleceğine yön vermek isteyen tüm sivil toplum, özel sektör, kamu ve siyaset temsilcilerini” 2023’te gerçekleşecek kongreye katılmaya davet ediyordu.


Dr. Serdar Şahinkaya ile Dr. Ahmet Mehmetefendioğlu’nun konuşmalarının ardından “Ekonomik Bağımsızlık Yolunda Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi” başlıklı bir sergi açıldı.

17 Şubat’tan üç gün sonra, yani yarın, unutmamamız gereken bir başka gün geliyor karşımıza: Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen 20 Şubat ‘Dünya Toplumsal Adalet Günü’ (World Day of Social Justice). Ekonomik gelişmenin önleyemediği toplumsal adaletsizliğe dikkat çekmek için oluşturulmuş bir gün…
Kapitalist sistemin, bu türden ‘gün’lerinin yasak savmaktan öte bir işe yaramayacağını söyleyebilirsiniz. Ama, liberal piyasa ekonomisinin bu türden zayıf noktalarını tartışmaya açarak görece bir iyileştirmeye gitmesinin sistemin denge-denetleme mekanizmalarının bir gereği olduğunu da unutmamak gerek.

HERKES İÇİN TOPLUMSAL ADALET

Toplumsal adaleti sağlamanın ön koşulu, toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarını tanımlamaktan geçiyor. Tunç Soyer’in konuşmasında, çiftçi, işçi, sanayici ve ticaret erbabının yanı sıra bu tanımların hiçbirine oturmayan kültür profesyonellerinin, sanatçıların da sözü edilebilirdi diye düşünenler oldu. 1923 yılında kültür endüstrisi diye bir kavram yoktu ortada, bugünse dünyanın gelişmiş ekonomilerinde kültür endüstrinin hatırı sayılır bir payı var. Endüstri kavramının kapsamadığı bireysel sanat dalları bile bugünün sanal ticaret ortamının gündeminde. Henüz ne işe yarayacağı belli olmayan, ama kimlere yarayacağı ortada olan ‘metaverse’ dünyası bir yana, sanatı artık ekonominin dışında düşünmek olası değil.

Soyer’in kültür profesyonellerinden söz etmemesini bir eksiklik olarak görenler, bir sonraki cümlesinin bu eksikliği telafi ettiğini gözden kaçırıyorlar; “Türkiye’nin geleceğine yön vermek isteyen tüm sivil toplum, özel sektör … temsilcileri” içinde sanat ve kültür profesyonellerinin de yer almasından daha doğal ne olabilir? İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde ‘Yaratıcı Endüstriler’le ilgili bir birim oluşturulması, bu konuda Soyer’in önemli adımlar atma niyetinin göstergesi değil de nedir?

Türkiye, umalım ki 2023’le birlikte yeni bir yapılanma içine girer, demokrasinin kurum ve kuralları ile işlediği, ayrımcılığın yerini çeşitliliğin aldığı bir ülke olur. Ekonomi politikası da kamusal çıkarların bireysel çıkarların önünde olduğu bir anlayışla oluşturulur ve yönetilir. Konumuz sanat ve kültür olduğuna göre, bu anlayışın kültür-sanat alanlarına nasıl yansıyabileceğine değinmekte yarar var.

Ekonomi politikası, belirli zümrelerin ya da kişilerin çıkarları doğrultusunda biçimlendiğinde, toplumsal adalet ayaklar altında demektir. Mücevhere ve yatlara vergi muafiyeti sağlayan, kültür endüstrisine bunu çok gören bir zihniyetin hâkim olduğu ülkelerde, toplumsal adaletten söz etmek mümkün mü? Peki ya ekonomik kalkınma? Onun da olamayacağını yaşadığımız günler gösteriyor. Pandemi döneminde, kültür profesyonelleri bazı sektörlere sağlanan desteklerden mahrum bırakıldı. Tiyatrolar, sinema salonları, eğlence sektöründe pek çok işletme kapandı. Nerede toplumsal adalet?

ANAYASAMIZ VE SANAT

Tiyatro dünyamızın seçkin topluluklarının bir araya gelerek oluşturdukları ‘Tiyatro Kooperatifi’ son basın açıklamasında şunları söylüyor: “Mevcut ekonomik koşullar ve artan faturalar, toplumun tüm kesimleri ile birlikte özel tiyatroları da derinden etkiledi; pandemi koşullarının etkisini henüz atlatamayan özel tiyatrolar, verdikleri yaşam savaşında son noktaya geldi… Kamusal bir faaliyet yürüten özel tiyatrolar, kendi alanında yarattığı değerin yanı sıra kültür sanat ekosistemindeki diğer aktörleri de besliyor ve binlerce kişiye istihdam sağlıyor. Anayasa’nın 64. maddesi sanatın ve sanatçının korunması üzerinedir” dedikten sonra, özel tiyatroların üzerindeki ‘tacir’ statüsüne bağlı ağır vergi yükünün azaltılması, ilk adımda KDV’nin yüzde 1’e indirilmesi ve bu oranın kalıcı kılınmasını, özel tiyatrolara yönelik mevcut desteğin çok yetersiz olması nedeniyle elektrik, su, doğalgaz indirimleri gibi destekler, sigortalanma mevzuatında yeni düzenlemeler talep ediyor.

Mücevhercilerden, yat sahiplerinden alınmayan vergiler neden sanat üreticilerinden alınıyor?

Ne diyor Anayasamız? “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçıların korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gerekli tedbirleri alır.”

Tiyatro Kooperatifi, taleplerine dayanak olarak bu maddeye referans veriyor, ama galiba bu maddenin yetersizliğini de vurgulamanın zamanı geldi, hatta geçiyor. Nedir eksik olan diyorsanız, maddenin sonunda ‘Bu amaçları kurulacak Özerk Sanat Kurumu eliyle gerçekleştirir’ denilerek, devletin sanat yapıtları ve etkinliklerine ilişkin ‘değerlendirme’ yapamayacağı, bunun ancak özerk bir yapılanma ile sağlanabileceği belirtilmiş olurdu. Aksi halde, bugün olduğu gibi, siyasetin gölgesinde kalmaya mahkûmdur sanat alanı.

Yayıncılar Birliği de, döviz kurundaki değişimlerden kaynaklanan kağıt, mürekkep, tutkal gibi neredeyse tüm üretim girdilerinin fiyatlarındaki astronomik artışın, maliyetlerde yüzde 100’ü aşan bir artışa neden olarak, yayıncılık sektörünü tam anlamıyla krize soktuğunu belirtiyor. Yayıncılık sektörü tekrar baskılara ve telifsiz kitaplara yönelirken, devletten yayıncılık sektörünün gelişmesi önündeki engellerin kaldırılmasını, bu doğrultuda kitap kağıdında sübvanse mekanizmalarının ivedilikle geliştirilmesi, kağıt ithalinde uygulanan, Bristol’de yüzde 18, kitap kağıdında yüzde 8 KDV uygulanmasının acilen sıfırlanmasını, orta vadede sektör girdilerinde üretimin yerelleştirilmesini talep ediyor.

Müzik sektörünün tiyatroculardan geri kalmayan sorunları hakkında çok yazılıp, çizildi. Sayfa arkadaşım Burhan Şeşen dururken, bu konuda bana söz söylemek düşmez. Sinema sektörü de, pandemi ortamında girdiği krizi atlatabilmiş değil. Dövizdeki artış, ülkeye nitelikli film ithalini zorlaştırırken, sinema biletlerinde pandemi nedeniyle sıfırlanan KDV oranının kalıcı hale getirilmesi, Sinema Yasası’nda değişiklik yapılarak, dağıtım ve gösterim alanlarındaki tekelin önüne geçilmesi, Özal döneminde Amerikan Yapımcılar Birliği’nin isteği doğrultusunda hazırlanan Sinema Yasası’nda yer alamayan yerli yapımları koruyucu hükümlerin yasaya dâhil edilmesi, yapım desteklerinde siyasi kontrolün kaldırılması, sinema sektöründeki gelişmeyi tetikleyeceği gibi, toplumsal adaletin sağlanması adına da önemli bir adım olacaktır.

Sanatın ve sanatçının özgür ve özgün kimliğine müdahale edilmeksizin kamusal desteklerden yararlandırılması demokratik bir kültür politikasının ve toplumsal adaletin gereği olmalı. Bu noktada, ‘toplumsal adalet’ kavramının önemi ortaya çıkıyor. Kimlerin bu desteklerden yararlanacağına iktidardaki siyasi partilerin ya da onların güdümündeki devlet dairelerinin değil, özerk bir sanat kurumunun karar vermesi gerekir. Batı demokrasilerinde -sorunsuz olmasa da- yıllardır işleyen ve kültür endüstrisinin ekonomik kalkınmada etkin bir rol üstlenmesine katkı veren bir mekanizmadır bu.

İzmir İktisat Kongresi’nden ve 20 Şubat Dünya Toplumsal Adalet Günü’nden yola çıkıp nerelere geldik. Toplumsal adalet deyince, bu konuyla çok yakından ilgili iki ‘gün’e daha değinmeden bu yazı bitmez. Yarın, yani 21 Şubat, Uluslararası Anadil Günü; toplumumuzun hayati bir sorununa dikkat çekmesi açısından önemli. Dün de, Halkevleri’nin kuruluş yıldönümü kutlandı. 1932 yılında, CHP’nin halkçılık ilkesini hayata geçirmek amacıyla kurulan Halkevleri’nin kültür-sanat dünyasına çok sayıda sanatçı kazandırdığı bir gerçek. Kuruluş yıllarında dönemin siyasi idealleri doğrultusunda çalışmalar yapan, sonraki dönemlerde toplumcu bir perspektife yönelen, 1951 yılında DP iktidarı ile kapatılıp 1963 yılında açılan, 1980 darbesi ile kapatılıp, 1987 yılında tekrar açılan, ülkemizde kültür ve sanatı üreten ve tüketenlerin elit bir kesimle sınırlı kalmaması, sanatın toplumun tüm kesimleri ile kucaklaşması, yani toplumsal adalet adına çaba gösteren Halkevleri’ne nice yıllar dileyerek bitirelim.