Amartya Sen böyle diyor; doğru da yapıyor.

Ne yazık ki, yalnız bu ülkenin değil, tüm dünyanın bu düşünceden henüz çok uzak olduğu bir gerçek. İnsanlık bugün ancak soyut bir insan hakları fikrine gelebilmiş durumda. Bu nedenle, bütün insanların aynı haklara sahip olduğu ilkesel olarak kabul edilmiş olsa da, haklar ancak yasalarla varlık kazanabildiğinden en temel hakların uzanamadığı milyarlarca  insan yaşamakta bu dünyada. 

Yani hukuki düzenleme yoksa, ya da yeterli değilse, “HAK“ da yok!  Bu da bir çoğumuza normal geliyor. Oysa hak, hukukun eseri değil, hukuku doğuran...

Bu bir yana, dünyanın bir tarafında çok daha “incelikli ve nitelikli “haklardan söz edilirken, bir başka tarafta en temel hak olan “yaşam hakkı” bile var olamamakta.

Yaşam hakkı deyip de geçmeyin sakın... Savaş, soykırım, zoraki göç, açlık, yoksulluk gibi birçok durumda yaşama hakkının ihlal edildiğini düşünmek gerek. Bunların ne kadar “olağan” haller olduğunu düşündüğümüzde de, geriye bir tek soru kalıyor... Hangi insan hakları!!!

Öte yandan, hakların iyi kötü anayasalara ve yasalara girdiği durumlarda da, hakları gerçekten güvence altına almak hiç kolay değil. Hakları çevreleyen yasalar yapılırken “düzenin, kamu çıkarının korunması” gibi  “güzel, doğru ve iyi “ mazeretler altında, gerçekte egemen çevrelerin ve egemen görüşlerin devreye girmesini önlenemez. Boşuna mı, bu sistemin ve de yürürlükteki iktidarların kendi “iyisini, doğrusunu, güzelini” ürettiğini söylüyoruz? 

Yani bugün insan hakları dediğimizde,  “gerçekte ne amaçladıklarından” çok, o güne, o iktidara, o sisteme az çok “UYARLANMIŞ HAKLAR” dan söz ettiğimizi bilmemiz gerekiyor.

Bu durum her ülke için geçerlidir.  Tabii daha amacına uygun düzenlemeler ve uygulamalarla, amacı gözden ırak tutmayan güvencelerin önem kazandığı ülkeler vardır. Oradan kademe kademe aşağıya doğru uzanan ülkelerden oluşmuş bir küresel tablo olduğu da bilinir.

Örneğin Türkiye, “uyarlanmış insan hakları” konusunda aşağılarda bir yerdedir. Nerede olduğunu egemen sistemin kendisi bile, -en azından-insani gelişme endeksleriyle gösteriyor. Öyle olunca, bir kaç basamak yukarıya nasıl tırmanırız derdi hiç bitmiyor.  Şimdi de,  yeni anayasa çalışmaları nedeniyle her çeşit çevre kendi alanında daha ileri örnekler ortaya koyarak biraz ileri tırmanma arayışında. 

Başarılacak mı meselesinde ise, iyi niyetle çabalayanlara karşın, kuşkularımız çok.

Örneğin her gün, adalet duygumuzu sızlatan olaylar yaşarken nasıl umutlu olalım? Biliniyor ama hatırlatmakta fayda var:

Mumcu’dan Dink’e uzanan cinayetler aydınlanamadan öylece kalmakta.

“Terör suçu” konuşanları, yazanları da içine almış durumda.

Gazetecilerden avukatlara yüzlerce insan tutuklu.

Tutukluluk, bir tedbir değil, yargısız ceza niyetine kullanılmakta

 Uludere’de bombayla ölenler hala adalet beklemekte.

Diyarbakır’da insan kemikleri çıkmakta.

Yumurta atan öğrencileri ağır cazalar bekliyor.

Karakollarda kadınlar dayak yiyorlar,-hani terör suçlusu da değilken!

Ve “yargı reformu” diye diye, suç tanımlarını değil, cezaları değiştiren bir şeyler önümüze sürülebilmekte. 

Öyleyse, hal ve gidiş bu durumdayken anayasa ve yasalardan ne çıkar?

Amartya Sen’de başlamam bundan.

Hakkı yasalara bağlamadan önce, hakların varlığı ve hayata geçmesi için ciddi bir ahlaki temel oluşturmaya ihtiyacımız var. Hakkın insan olmaktan doğduğunu, varlığı için yasalaşmaları gerekmediğini, şu veya bu hukuktan önce geldiklerini kabul eden.. Yasalaşmanın da hakkın insanın eşitliği, özgürlüğü ve kendini geliştirmesini sağlayacak biçimde olabileceğini kabul eden bir ahlaki temel...  Bu ahlakın, eşitlik fikri ve birlikte yaşama zorunluluğuyla ilgili olduğu, birbirimize olan borcumuzdan doğduğunu da unutmamak gerekiyor.

Adalet dediğimiz şeyin püf noktası da burada... Yani hukuka uygunluktan ibaret değil adalet. 

Bugün hukuka uygun kuruluyor özel yetkili mahkemeler.

Hukuka uygun yapılıyor tutuklamalar.

Hukuka uygun yürütülüyor soruşturmalar.

Hukuka uygun oluyor atamalar ya da görevden almalar.

Hukuka uygun veriliyor mahkumiyet kararları, ya da serbest bırakmalar.

Hukuka uygun davranıyor emniyet amirleri, hapishane müdürleri.

Peki, öyleyse niye bu vicdan sızısı? Bu kadar adaletsizlik duygusu niye?  Sokaklarda isyan sesleri eksik olmuyor, NİYE?