Hakan Günday ve Onur Saylak ikilisinin yeni işi Uysallar gündüz hapishane çizen bir mimar geceleri ise punk olan bir adamın, Oktay’ın hikâyesini anlatıyor.

Hakan Günday ve Onur Saylak’tan punk bir mektup: Uysallar

Murat Tırpan

Bu yazı çeşitli sürprizbozanlar (spoiler) içerebilir.

Son zamanlarda beyazperdede ve dijital platformlarda memleketin “bir başka” olan ruh halini, Zeitgeist’in tanımlamaya çalışan, çok karakterli, çok hikâyeli metinlerle sık sık karşılaşmaya başlamadık mı? Hayaletler, Azizler şimdi de Uysallar... Bu her karakterin kendine ait birer paragrafa sahip olduğu gösterişli metinler sıkışmış, yalnız ve isyan potansiyellerini maharetle gizlemeye çalışan tiplerle maluller. Bir yandan bu karakterlerin hikâyelerini izlerken öte yandan da özellikle sinemada karamsar ve post apokaliptik bir türün ortaya çıkması da (Peri Ağzı Olmayan Kız, Körfez, Yol Kenarı, Gölgeler İçinde) ayrıca tesadüf olmasa gerek. Sanatın hayatı taklit etmesi ya da özellikle kriz dönemlerinde toplumsal hissiyatın karanlık metinlere dönüşmesi hiç de şaşırtıcı değil.


Hakan Günday ve Onur Saylak ikilisinin yeni işi Uysallar gündüz hapishane çizen bir mimar geceleri ise punk olan bir adamın, Oktay’ın hikâyesini anlatıyor. Ama girişte bahsettiğimiz gibi burada sadece bir adamın değil onunla evli ama işsiz ve yalnız bir kadının, aşırı duyarlı küçük kızlarıyla dengesiz oğullarının, yaşlanıp yalnızlaşmış bir babanın, babalığını yitirmiş bir memurun ve attığı twitten pişman olup korkan bir iş arkadaşının da hikâyesi var. Hatta dizi bununla da yetinmiyor, olay örgüsüne işyerinde tacize uğrayan bir kadının ve bütün hayali Tornistan adlı bir hayali ülkeye kaçmak olan evsiz bir punk’ın hikâyesini de ekliyor ucundan kenarından.

Uysalların tüm bu karakterlerinin yaptıkları, senaryonun onların dertlerini hızlı ve keskince dile getirişi yadırgatıcı ve gerçek dışı gelebilir. Oysa gelin biz buna “punk performansı” diyelim. Dizinin bu herkesin derdini, genel ahval ve şeraiti tanımlayışı mesela Bir Başkadır’dan son derece farklı, bunu usul usul değil bir punk patlayıcılığıyla yapmayı deniyor Günday ve Saylak. Dizinin bütün karakterlerinin performansları böyle, mesela çarpıcı bir yan karaktere bakalım. Nezaket Erdem’in oynadığı Yağmur karakteri hem abartılı ve hiperaktif tarzı hem de derdinin aniden ifşasıyla izleyiciler tarafından inandırıcı olmamakla eleştirilebilir ama öte yandan böyle bir “punk oyunculuğu” nedeniyle af da edilebilir. İşte tam da bu yüzden doğrudan ve bir çırpıda söylenen sırlar, dertler ve mesajlarla doludur dizi. Fevzi’nin söylediği gibi zaten punk “aklına geleni söylemek” ve hayat da “ima edecek kadar uzun değil midir?”

Ona bir hücre ver baba, gidecek hiçbir yeri yok!

Bütün bu karakterlerin içine hapsolduğu bir hapishane metaforumuz vardır dizi boyunca. Tıpkı Ramin Matin’in Son Çıkış filminde rezidans yapan adamın rezidanslardan kaçmaya çalışması gibi hapishane yapan Oktay ve şürekası da bu hapishaneden çıkmanın derdindedir. Yine Matin’in filmindeki bitmek bilmeyen şehir gürültüsü gibi burada da şehri saran sis hapishanenin dış duvarını oluşturur. Sislerle dolu şehirde yolunu kaybetmişlerin hikâyesidir Uysallar. Doğrusu bireysel kaybolmuşluğun distopik metaforu İzmir’de (Körfez, Emre Yeksan) kokuysa İstanbul’a da sis yakışırdı. Yoksa hava kirliliği mi demeli?

Oktay’ın “bir zamanlar bu manzarayı seyretmek bana huzur verirdi” diyerek önünde durduğu rezidansın camları dışarıdaki kakafoni ile onları ayıran bir “bariyer” görevi görür. Dışardaki kaos ve sefaletten kendilerini koruduğuna inandıkları camlar şimdi o dışarıdaki Lacan’cı gerçek parçasını onlardan giderek uzaklaştırmaktadır. Oktay, eşi ve çocukları o camların dışına çıkmak için yalanlarla dolu bir mücadele verirler. Özellikle Oktay, Beyoğlu gecelerinde tanıştığı kendi türünden üç kişiyle sonradan “Anakara” adını verdiği bir alternatif işgal evi kurar. Evden kaçıp kaçıp gittiği bu Anakara elbette punk olduğu zamanların Ankara’sının fantezisidir. Bir tür gece gezen olarak ikili bir hayat kurar Oktay. Yaşadığı devasa rezidansı tıpkı izlediği yıkım videolarındaki gibi alaşağı etme hayalleri içindedir. Ama öte yandan eve, simgesel düzenin içine girmeye çalışan ya da bunu öğütleyenler de vardır dizide, filmin asıl babaları elbette. Oktay›ın gerçek babası ve hapishane işinde çalıştığı sembolik baba Berhudar kayıp ailelerini, evi yeniden kurmak derdindedirler. Uysallar elbette bir yandan da babalar ve oğulların da hikâyesidir. Berhudar yaşadığı travma sonucunda elinden bir şey gelemeyeceği için Oktay’ı ailesini yeniden kurması için zorlarken Olcay Bey oğullarını onu baba olarak kabul etmek için ikna etmeye çalışır öte yandan da yeniden koca olmak için eski defterleri açar.

Babalar ve oğullar

Uysallar’ın rezidansta bir yemekte geçen sahnesinde masanın bir ucuna oturmuş iki baba olma heveslisinden (Bilginer ve Yücel) Berhudar Bey’in diğerine dönüp “Ona bakma baba o sever ama söyleyemez, içine atar” lafını Tuegenyev’in sevip de gösteremeyen babalarına bağlamamak mümkün müdür? Ne de olsa sonuçta Uysallar bir baba oğul pathos’unu izlemiyor mu? Geçmişinde askerlik olan Olcay’ın ve Ankara’nın bürokrasisinde tek başına bunalmış Berhudar’ın stratejileri farklı da olsa “berhudar olma” fantezilerinin yolu baba olmaktan geçer. Otel odalarında rakı içip ağlayan Berhudar Bey bu babaya dönüşme deneyini mecburen daha bir fantazi düzeyinde başarmaya çalışır ama Oktay›ın babası Olcay elindeki son şansı kullanıp daha somut bir şekilde sızar oğlunun evine.

Öte yandan mesela Oktay›ın Babalar ve Oğullar’ın tutunamayan oğlu, nihilist Bazarov’a benzeyen oğlu Ege simgesel düzen içerisinde kendisi bilerek engellemeye ya da yok etmeye son tahlilde de onu kurtaracak arzu nesnesini (kadını) ortadan kaldırmaya çalışır. Oysa birdenbire Bazarov gibi aşka düştüğünde hayata dair kestiği ahkâmlarla arasına bir mesafe girmez mi?

Uysallar’ın evden çıkmaya çalışan bir baba ile eve girmeye çalışan iki baba arasında gidip gelen bir dengesi vardır. Penelope’nin Nil versiyonunun gergefi dokumamaya karar verip sislerin içinde kaybolmaya karar vermesini dizinin onu yanlışladığını düşünmekse başlı başına bir sorun sayılabilir. Orada topu bir feminist düzeltme hamlesi için sözü kitaplarında Odysseus’u boş verip Penelope’e odaklanan Madeline Miller’e atmak gerekebilir.

Dizide Anakara ile rezidans arasındaki karşıtlık “ev”in farklı tanımlarıyla ilgilidir. Odyseus’un evi neresidir, Penelope’in beklediği İthaka mı yoksa bin bir macera yaşadığı adalar mı? Evi yeniden kaos içinde kurmak, Ithaka’ya dönmemek mümkün müdür? Residans ile Anakara/Tornistan arasındaki karşıtlık, uysallık/punk dikotomisi Yağmur’un söylediği gibi (Bana beni anlatıyorlar!) günümüz dizilerinin her daim konusu olan büyük şehirli orta sınıfın açmazıdır.

Adresine varamayan mektuplar

Anakara’ya kaçış için herkes geride bir mektup bırakır. Oktay’ın dizinin açılışındaki kaçış hamlesi için bıraktığı mektup hikâyenin sonuna kadar kayıp bir itiraf, adresine ulaşamamış bir mektup olarak gerginlik yaratır. Yeni orta sınıf gerginliği diyebileceğimiz bu hepimize tanıdık hal, mektubun içerdiği itiraftan çok adresine gidememesinin yarattığı ruh hali değil midir? Uysallar başka mektuplar da yazarlar, okumadığımız, bir türlü adresine ulaşamayan mektuplar. Lacan Écrits’nin başına koyduğu “Çalınmış Mektup Üzerine Seminer”de gösterenin, harfin/mektubun, anlamından bağımsız olarak konuşan özneleri konumlandırdığını, öznelerarasılıklarını onlara belirli roller vererek sağladığını söyler. Bu anlamda mektupların yazarları mektubun varlığı (aslında yokluğu) tarafından konumlandırılırlar.

Dizinin sonunda Berhudar’ın baskıyla kendi hapishanelerinin örnek hücresinde tüm aile bireyleri buluşurlar. Kayıp mektup da oradadır, bu mektup kimindir ya da kime gelen mektuptur bilmeyiz. Mektubun varlığı onların aslında yokluklarını imler. Bu yüzden bazen bilmemek mi daha iyidir? Krzysztof Kieslowski’nin dördüncü Dekaloğunda da bu soruyla karşılaştığımızı hatırlayalım. Bu bölümün sonunda, babayla kız, adamın gerçekten kızın babası olup olmadığını yanıtlayan mektubu birlikte yakarlar.

Bilmemeyi ilişkilerinin sürdürmenin temeli olarak onaylarlar. Baba kızın devam edebilmesi, günlük yasamın kırılgan ve hassas libidinal dengesini sağlamak için mektup hedefine ulaşmamalıdır. Uysalların sonunda aile bireylerinin mektubu yok edip edemeyeceklerini bilmeyiz. Bir şekilde mektuptan kurtulup gerçekle aralarına rezidans camlarını koyarak devam mı edecekler yoksa Dekalog’daki Kate gibi bir yalanı yaşamaktan vaz mı geçeceklerdir?

Dizinin sonunda Tornistan’ın huzurlu çayırlarına yapılan kesme dizinin mektubun açılmasının yanında olduğunu gösterir aslında. Öte yandan bütün bu insanlık durumunu izlemek biz izleyici için neye yarar?

Dizi boyunca Uysallar’ın video artlarını çekip duran patron karısı için Uysallar havalı bir meşgale malzemesinden başka bir şey olmayabilir ama biz seyirciye yazılmış punk bir mektup olan dizi için sözü Turgenyev’e atarak bağlayalım:

Sormama izin verin, sanat neye lazımdır ki?
Hiç olmazsa, insanları tanımaya ve öğrenmeye.